Cumartesi, Şubat 03, 2024

Adalet Nedir? Adalet bir İdeal midir

Doğan GÖÇMEN...

Adil ilişkiler geliştirememiş, kimsenin davranışlarında adil olmanın ne olduğunu bile düşünmediği, kimsenin kendisini gerçekleştirmek için gerekli olanaklara sahip olamadığı bir toplumda adalet doğal olarak bir ideal olarak görünür.

Adalet ideal olarak görünür, yani henüz gerçekleştirilmek zorunda olunan bir erek olarak görünür. Oysa bunu biz genellikle mümkün olmayan bir arayış olarak algılarız, çünkü bugünkü BENcil toplumda herkes bütüne ve diğerlerine kendisinin alacağı payın kaynağı olarak bakar...

Bu günlük bakışın yanılsamasına karşı felsefe en az 2 yüz yıldan beri mümkün en mükemmel yanıtı üretmiştir. Fakat bu henüz doğru dürüst algılanmamıştır bile. Nedir öyleyse adalet? Bugüne kadar insanlık adaleti kendisinin olanı diğerlerinden alarak tesis etmeye çalıştı.Fakat bu büyük bir yanılsamadır. Adalet alarak değil tam tersine vererek tesis ediliyor. Felsefe şimdiye kadar olan yaklaşımın bir yanılsama olduğunu göstermiştir. Adalet örneğin en son Hegel’in ortaya koyduğu gibi, herkesin herkesten almaya çakılarak sağlamaya çalışmasının yerine herkes herkese vermeye çalışarak daha çok ve daha kolay gerçekleşmez mi?

Marx’ın kimsenin göremediği dahiliği bu soruya bir yanıt aramış olmasında ve bu düşünceyi gerekçelendirmiş olmasında yatmaktadır. Adalet ve büyüklük ve erdem ve açık yüreklilik aslında verebilmekte yatmaktadır...

Herkes almaya çalışa dursun. Aldıkça daha çok kaybediyor oysa insan. Aldığı çoğaldıkça zenginleşmek yerine daha çok yoksullaşıyor ve kendisini keşfedip gerçekleştirmek yerine kendisini daha çok unutuyor ve daha çok yabancılaşıyor insan...

Perşembe, Şubat 01, 2024

Sağlık Turizmi Nereye Gidiyor...

Şebnem Korur Fincancı...*

Geçen hafta Belgrad’dan bir meslektaşım aradı. Türkiye’den kalkan bir uçak acil iniş yapmış. Türkiye’de mide küçültme ameliyatı olan ve ameliyatından üç gün sonra memleketine dönmek üzere yola çıkan hasta havada fenalaşınca Belgrad’a inen uçaktan hemen hastaneye kaldırılmış ama yapılan girişimlere rağmen kurtarılamamış ve otopsisini de arkadaşım yapmış. Son zamanlarda Türkiye’den kalkan uçaklarda acil inişlerin sık yaşandığı bilgisini aldığını, kendisinin Belgrad’a iniş yapan iki uçaktan biri çoklu estetik ameliyatlar, diğeri de bu son hasta ile ilgili doğrudan tanıklığı olduğunu paylaştı...

Hastane başvurularındaki artışla övünen Sağlık Bakanlığı ve siyasi otorite sağlık turizminde de çok başarılı olduğumuzu söyleyip duruyor. Hastane başvurularında artış bizleri hem toplum hem de bu yükü taşımak zorunda bırakılan sağlık emekçilerinin sağlıksızlığı ile yüzleştirirken, anlaşılan şimdi de dünyanın kendi tüketici sağlık modellerine de katkı sunarak sağlıksızlığın küreselleşmesinde rol oynuyoruz...

Otopsisi yapılan hasta ile ilgili bilgiler üzerine sağlık turizmi ile ilgili düzenlemeler, denetim mekanizmaları üzerine biraz araştırma yapayım dedim. Türkiye’de 26.01.2024 tarihinden itibaren T.C. Sağlık Bakanlığı tarafından uluslararası sağlık turizmi hizmeti için yetki verilen 177 özel tıp merkezi, 1998 muayenehane, 1102 sağlık tesisi, 643 hastane, 1035 aracı kuruluş varmış. Mevzuata göre önce belgeler incelenip, sonra da ziyaret edilerek ilgili birimlere yetki belgesi düzenleniyor, ardından da her yıl en az bir kez bu yerlere ziyaretle denetim yapılıyormuş. Kağıt üzerinde bir sorun yok gibi görünse de beş bine yakın bir sayıya ulaşmış bu sağlık kurumları ve aracı kuruluşların yılda en az bir kez denetimden geçtiğini, eksiklik tespit edildiği veya şikayet durumunda yetki belgesinin iptal edileceğini varsaymak çok gerçekçi görünmüyor. Örneğin mide küçültme ameliyatı ardından üç gün içinde yola çıkabilen ve uçak yolculuğunda fenalaşıp, indiği başka bir ülkede ölümünün ardından otopsisi yapılan hastanın tanı, tedavi ve izlem sürecinde bir hata, özen eksikliği olup olmadığının saptanması için şikayetçi olunmadığında, bir aksaklık olsa dahi o sağlık kuruluşu, sağlık çalışanları ve aracı kurumun sorumluluğu araştırılıp ortaya konmadıkça faaliyetine devam edeceği aşikar...

Üreten insandan tüketen insana dönüştüğümüz, üretim ekonomisinden tüketim ekonomisine geçiş yapılan dünyada sağlığın da bu tüketme halinden nasipleneceği muhakkak. İnsanların sağlıklı olma adına tanımlanan ölçüleri, yeme içme alışkanlıkları, güzellik tanımları tümüyle tüketim ekonomisinin değerlendirmesiyle belirlenirken, tıbbi ölçütler giderek soluklaşıyor. Zayıflamanın türlü hallerinden, saçlı ve dişli olmanın nimetlerine her bir değişim zorunlu kılınıyor. Sağlık da yeniden tanımlanıyor...

Yetki belgeleri, görece denetim araçlarından söz ettik ama bir de bu işin görünmeyen kısmı var. Türk Tabipleri Birliğine başvurulardan biliyoruz, sağlık turizmi dışında bu ülkede yaşayan insanların da yeni sağlık ve beden algısıyla başvurduğu bazı “sağlık” kurumlarında bu işlemleri yapanların bazıları hekim dahi değil. Merdiven altı işlemler dediğimiz bu işlemlerde sorun çıkması halinde biz en azından savcılıklara suç duyurusunda bulunuyor, o ilin sağlık müdürlüklerine bildiriyoruz ama bu buz dağının görünen kısmı. Başvuru olursa, o da ancak hekimlerle ilgili değerlendirme yapma yetkisi var tabip odaları ve Türk Tabipleri Birliğinin. Sağlık turizminin en yaygın uygulandığı illerin başında gelen İstanbul’da son yıllarda yapılmış tek bir başvuru var örneğin. Binlerce kuruluşun olduğu bir alanda tek bir başvuru olmasına sevinelim mi, son bilgiler ışığında bize ulaşmayanlar adına kaygılanalım mı söylemek zor.  Sağlığı ve sağlık emekçilerini tüketim nesnesine dönüştüren bu düzen hepimizi tüketiyor...

Üzerine daha çok yazacaklar olsa da köşenin sınırları var. Şimdilik burada bırakalım ama vekillik düşürerek, yerine kayyum atayarak oylarımızı da tüketenlere bir çift söz etmeden bitmesin bu yazı. Halkların avukatlığını yapanlar, yaşam alanlarımızı, koşullarımızı iyileştirmeye çalışanları hapsetmekle, görevden aldığını zannetmekle tükenmiyoruz biz. Her biri nerede olursa olsun üretmeye, üreten insan olmaya devam ediyor. Bizi tüketen insan kılamadığınız için öfkeniz, daha çok öfkelenin, bitmeyiz!

*Doktor,TTB (Türk Tabipler Birliği başkanı)

Çarşamba, Ocak 31, 2024

Karl Marx moralist midir/Ahlakçı mıdır?

Doğan Göçmen...

Marx’ın moralist veya ahlakçı olup olmadığı sorusu ta 1970’li yılların başında birbirine tam anlamıyla karşıt olan iki farklı görüşü ortaya çıkarmıştır. Bir tarafta Marx’ın eserinde “saklı” veya “entegratif” normcu veya kuralcı bir ahlak teorisi olduğunu savunan sosyal bilimciler ve düşünürler vardır. Bu gruba dâhil olan sosyal bilimciler ve düşünürler, Marx’ın eserinde eleştirisine temel oluşturan bir ahlak teorisinin var olduğunu iddia etmektedirler. Ama varolduğunu iddia ettikleri bu ahlak teorisinin hangi ahlak anlayışına dâhil edileceği konusunda aralarında oldukça farklı düşünceler ileri sürülüyor...

Örneğin, tartışmaya müdahil olanlar arasında Marx’ın ahlak veya karar teorisinin niteliği üzerine oldukça yoğun ve ilginç bir tartışma sürmektedir. Bu tartışmada bazıları, Marx’ın ahlak ve karar teorisini yararcı hazcılık ve mutluluk teorisi olarak tanımlarken, diğerleri saf veya karışık deontolojik ya da yararcı olmayan neticeci ahlak teorisi olarak tanımlıyor. Yine bazıları, Marx’ın ahlak veya karar teorisinin görelici veya nesnelci veya tarihsel gerçekçi olup olmadığını tartışıyorlar. Bunu yaparken, bunlardan bazıları da, Marx’ın çıkış noktasını ya sırf erekçi olarak tanımlıyorlar ya da Marx’ın tasvirci yanı ve normcu yanı veya olan ve olması gereken arasında kopuk bir düalizm kuruyorlar ki, bu yaklaşım Marx’a yabancıdır...

Marx’ın moralist veya ahlakçı olduğunu savunanlar karşısında Marx’ın moralci olmadığını savunan sosyal bilimciler ve düşünürler de var. Tartışmaya katılanlar hangi gruba dâhil olurlarsa olsunlar, hemen hepsi, Marx’ın kapitalizm eleştirisini üzerinde kurduğu temel değerler konusunda anlaşıyorlar. Üzerinde anlaşılamayan soru, bu değerlerin ahlak teorisi çerçevesinde görülüp görülemeyeceğidir. Hiç kuşkusuz, bu iki temel duruş arasında bir duruş saptayanlar da yok değildir. Bu üçüncü gruba dâhil olanlar, genellikle birinci gruba, yani Marx’ın eserinde gerekçelendirilmiş normcu bir ahlak teorisi olduğunu ileri sürenlerle aynı düşüncede olsalar da, bunlardan önemli bir konuda farklılaşıyorlar. Bunlar, Marx’ın eserinde kapitalizm eleştirisini temellendirdiğini iddia ettikleri normcu ahlak teorisinin sınıf çıkarlarından bağımsız olarak ele alınamayacığını belirtiyorlar...

Yani, Marx’ın eserinde normcu, işçi sınıfının sınıf çıkarlarını gerekçelendiren bir ahlak teorisi olduğunu vurguluyorlar. Bu üçüncü gruba dâhil olanlar, Marx’ın ahlak teorisini hüküm süren ahlak ve adalet düşüncesiyle ilişkili ve buna karşı olarak geliştirdiğini ileri sürüyorlar. Ama diğer taraftan Marx’ın ahlakçı olmadığını savunanlarla Marx’ın eserinde ahlakın ve adalet düşüncesinin ideolojik kavrayışlar olarak geliştirildiği ve böylece üstyapının unsurları olarak görülmesi gerektiği konusunda aynı düşüncede olsalar bile, bundan hüküm süren ahlak ve adalet düşüncesinin tek paylaşım kıstası olduğuna dair bir sonuç çıkarılmaması gerektiğini ileri sürüyorlar...

Yani hüküm süren ahlak ve adalet düşüncesine karşı paylaşım kıstası olarak kapitalizmin sınırlarını aşan başka normcu ahlak ve adalet düşüncesi geliştirilebileceğini düşünüyorlar. Bu üçüncü gruba dâhil olanlar, yazılarında Marx’tan hareketle böyle bir ahlak teorisi geliştirmekten çok, kendi düşüncelerini gerekçelendirmek için Marx’ta sadece işçi sınıfının “adalet ve paylaşım teorisi” olduğunu iddia ediyorlar. Bu gruba dâhil olanların düşüncelerine yazının dördüncü bölümünde tekrar döneceğim...

Salı, Ocak 30, 2024

DİDF: DAVA partisi önyargıları körükleyecektir!

HABER MERKEZİ : Almanya Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu (DİDF) Genel Başkanı Zeynep Sefariye Ekşi yaptığı açıklamada, AKP’ye yakınlığıyla bilinen bazı siyasetçiler tarafından kurulan DAVA partisine tepki gösterdi. Partinin kuruluşunun önyargıları körüklemeye hizmet edeceğine dikkat çeken Ekşi, şunları ifade etti: “Çeşitlilik ve Uyanış için Demokratik İttifak (Demokratische Allianz für Vielfalt und Aufbruch) adı altında bir grup Türkiye kökenli tarafından kurulan DAVA, Türkiye’deki AKP ve R. Tayyip Erdoğan’a yakınlığıyla tanınan isimler olduğu biliniyor. İlk hedeflerinin baraj sınırı olmayan Avrupa Parlamento seçimlerine katılmak olduğunu açıklayan parti, medya üzerinden ‘Türk ve Müslümanlara’ oy çağrısı yapıyor. Almanya’da Türk hükümetinin uzantısı olarak parti kurulma yeni değil. Daha önce de benzer partiler kurulmuştu. Ne var ki aldıkları oyların bir karşılığı olmamıştı...

Almanya’da yaşayan 3 milyonun üzerinde Türkiyeliden 1,5 milyonu Alman vatandaşı ve oy hakkına sahip.  DİDF olarak bu ülkede yaşayan Türkiye kökenlilerin kendi sorunları ve talepleri için Alman emekçileriyle ortak mücadelenin parçası olmalarını ve aktif politika yapmalarını her zaman savunduk ve teşvik ettik. Bunu araçlarından olan Alman vatandaşlığına geçme çağrıları yaptık...

Sorunların daha da arttığı günümüzde dini, milliyeti ve dili ne olursa olsun tüm emekçilerin birliği oldukça önemli. Ulusal ve dini farklılıklar üzerinden düşmanlaştırma politikaları, önyargıların kışkırtılması bu birlikteliğe zarar verecektir. Bu nedenle Almanya’da ‘Türk ve Müslümanlar’ olarak birleşme çağrısı bölücülük ve ayrımcılıktır. Bu türden anlayış ve örgütlenmeler geçmişte olduğu gibi bugün de birlikte yaşama zarar veriyor...

İki haftadır Almanya sokaklarında yüzbinlerce, milyonlarca insanın katılımıyla ırkçılığa, yabancı düşmanlığına, faşizme karşı eylemler yapılıyor. “Tersine Göç” ettirilmek istenenlerin biz göçmenler olduğu bilindiği halde Alman halkının, gençliğinin, kadınlarının verdiği mücadele umut veriyor. Biz Türkiye kökenli göçmenlerin, otoriter rejimin uzantısı kişiler tarafından etnik kimlik ve inanç üzerinden kurulan bir partiye ihtiyacı yok. Sokaktan yükselen sese kulak vererek, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına karşı birleşik bir mücadeleye ihtiyacımız var. Bunu başarabildiğimiz takdirde hiç kimsenin kimliğinden, inancından, ten renginden ötürü ayrımcılığa uğramadığı bir ülke kurmak mümkün...

Kurulduğu 1980’den bu yana Almanya’da ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı mücadelenin parçası olan Federasyonumuz DİDF, tam da bu önemli süreçte önyargıların körüklenmesine neden her türlü partiye karşı net ve açık tutum alınması çağrısı yapıyor...

Her türden ayrımcılığa, kutuplaşmaya, bölünmeye yerli ve göçmen emekçilerinin birliğini sağlamak tek çözüm yoludur.”

Pazar, Ocak 28, 2024

Toplum ve Cehalet...

Birol KESKİN yazdı... 

Bilmeye,öğrenmeye çalışan insanlar, sorgularlar, çevrelerini iyi izlerler. Onların dünyaları başkalarının da dünyalarıdır, başkalarınınki de onların... 

Yaşamlarında öğrenmeyi amaç edinmiş insanlar, çevrelerine de ışık saçarlar, bildiklerini ve öğrendiklerini başkalarıyla paylaşmak, başkalarından da bilgilenmek isterler. Olması gereken de budur aslında.Bir de böyle insanların aksine cahiller de vardır doğal olarak...

Cehalet,öğrenmek istemeyenlerin içine düştükleri bir çukurdur. Öğrenmeye karşı koydukça içine düştükleri bu çukur daha da derinleşir.Bir zaman gelir ki bu türlerin hiç kendi fikirleri ve akılları olmaz. Hep duydukları ile hareket ederler. Öğrenmeye,sorgulamaya inatla karşı çıkanlarla,öğrenmeye çalışan insanlar arasındaki en büyük fark da budur işte. Cehaletin içine düştüğü bu durum zaman içinde bir uçuruma dönüşür.Cahil bilmedikçe coşar.Kendini entellektüel sanmaya başlar.Ìşte en tehlikeli cehalet de bu noktada başlar...

Eski bir arkadaşım bunu "Entellektüel Cehalet " olarak tanımlamıştı. Bence mükemmel bir tanım olmuş. Şöyle bir etrafımıza bakarsak sanırım bu "Entellektüel cahilleri" bir çırpıda çabucak bulabiliriz.Etrafımızda o kadar çok okuduğunu dahi anlayamacak ve yorumlayamayacak bu tip insanlar varki tarifi olası değil.Herkes ekonomist,siyasetçi,tarihçi,futbol yorumcusu, futbol antrenörü,hatta doktor, herkes her konuda uzman.Bu tipler her şeyi bilip aslında burunlarının ucunu dahi göremeyecek kadar cahildirler...

Cahiller özlerinde korkaktırlar,ancak çevrelerindekiler de kendileri gibi olunca, bir anda iş değişiverir. O korkak cahiller, bir araya gelince birer canavara dönüşüverirler. Medya mensupları, gazeteci geçinenler, politikacılar, yöneticiler bir anda onlardan oluşur.Ve birey olamamış cahil,öğrenmekten,bilmekten uzak toplum da böylelerini izler.Bu bağlamda o sözünü ettiğimiz uçurum çok daha derinleşir.Korkunç boyutlara ulaşır.Aynı zamanda bu durum ülkedeki entellektüel seviyenin neden ayaklar altında,nakış ( eksinin de altında ) olduğunun da bir göstergesidir.Sadece sosyal ve görsel medya ile beslenenen "entelleküel cahiller'in" oluşturduğu bir garip toplumu yönetmek ve hükmetmek çok daha kolaydır artık... 

Ülkedeki, toplumsal olayları,siyaseti,siyasi ortamı bir de bu yönden okuyalım derim. Sanırım böyle okumak çok daha anlamlı olacaktır, günümüz Türkiye' sinin nerelere nasıl geldiğini görebilmek açısından... 

Sağlıcakla kalın... 
Birol Keskin 
27/ 01 / 2024