Nevin SUNGUR...
“Bir gece öncesinde hazırlıklarımızı yapmış, beraber yemek
yemiştik. Şenliğe, bayrama gider gibi hazırlanmıştık Ankara’ya yola çıkarken.
Bu insanlar türküler söylemeye, halay çekmeye gittikleri barış mitinginde
öldürüldüler, silahlı çatışmada değil. İşte en çok da o canımı yakıyor."
HDP Üsküdar İlçe
Merkezi’nde eşbaşkan Ayfer Çelik anlatıyor. 29 kişi, güle oynaya gittikleri
Ankara’dan yedi cenaze ile dönmüşler. Bombalar hemen onların yanı başında
patlamış, kayıplarının çok olması da bu yüzden.
“Ben patlamadan
beş dakika önce tesadüfen tuvalet kuyruğuna girmek için gruptan ayrılmıştım. Bombaların
sesini duyar duymaz bizimkilerin yanına koştum. Herkes yere düşmüş, ayakta
kimse kalmamıştı. Arkadaşlarım, dostlarım, yoldaşlarım gözümün önünde can verdiler”
derken kim bilir ne kadar zamandır içinde tuttuğu göz yaşları süzülüyor
yanaklarından.
“Bu insanların
umutları, hayalleri vardı. Hepsi evlerine dönecek yaşamlarına devam edecekti,
bırakmadılar” Aradan dokuz ay geçmiş, ellerinden kayıp giden dostlarının acısı
dün gibi taze.
“Azize Onat da o
arkadaşlardan biriydi. Kocası ve kayınpederi ile beraber gelmişti Ankara’ya. Hatırlıyorum
o sabah kırmızı bir pardesü vardı üstünde, çok da yakışmıştı. O güzel, hep
gülen yüzü pırıl pırıl neşe saçıyordu herkese. Patlamadan sonra ise yerde
gördüm en son, giysileri liğme liğme olmuş, örtüsü fırlayıp gitmişti başından. Melek
gibi yatıyordu, kırmızı pardesü kana bulanmıştı.”
HDP Üsküdar’ın en
çalışkan isimlerinden biri olmuş Azize Onat. Yaşadığı mahalle Kirazlıtepe’de seçim
çalışması mı yapılacak; ya da milletvekilleri mi ağırlanacak, hepsini bir
çırpıda organize eder, çalmadık kapı bırakmazmış. Çoğunluğu AKP’li olan
mahallede kimse onu kıramaz, her toplantıya 50- 60 kadını rahatlıkla toplar
getirirmiş.
İlçe Yönetim Kurulu’nda
yer alan kocası Gaffar Bey ile her eylemde, her parti faaliyetinde yan yana
bıkmadan, usanmadan çalışırlarmış. Çalışkanlıkları kadar, birbirlerine olan
sevdaları da herkesçe bilinirmiş.
“Birbirlerini bu
kadar çok seven iki insan çok az görmüşümdür. Aralarında öyle bir sevda vardı
ve o kadar saklamadan yaşarlardı ki, aşkın somut hali böyle bir şey olsa gerek
diye düşünmüşümdür onlara bakarken. Azize’nin gidişi en çok Gaffar’ı etkiledi
tabii. ‘Ayfer Başkan’ dedi bana bir gün ‘Evet, çocuklarımın annesini evimin
direğini kaybettim ama en çok da aşık olduğum kadını yitirdim ben' diye devam
etti. İçim yandı bu sözlerini duyunca.”
Hayatının aşkını
yitiren bu insanın ağzından eşi, yoldaşı, arkadaşı Azize’yi dinlemek için
Gaffar Onat’ı arıyorum. Bir gün sonrasına randevulaşıyoruz. Hem evlerini
ziyaret edeceğim hem de ailenin diğer fertleri ile tanışacağım.
En sevdiklerini
korkunç bir katliamda kaybeden bir aileye, üstelik de yitirdikleri insanı
anlattırmak üzere ziyarete gitmek ne zor iş. Üsküdar’dan bindiğim minibüste
giderken aklımdan bir sürü şey geçiyor; Nereden başlanır, ne sorulur? Ona dair
edilecek her kelimenin, acıları katmerlendireceğini bile bile nasıl cümle
kurulur?
Çengelköy’ün
hemen üstünde Kirazlıtepe’de oturuyor Onat ailesi. Gecekondu mahallesinden
evrilip, son 30 yılda İstanbul haritasına eklenen semtlerden biri burası. Dolmuştan
indiğimde Zehra karşılıyor beni. Kocaman, sıcacık bir gülümsemeyle geliyor
yanıma, sarılıp yanaklarımdan öpüyor.
Zehra, Azize
Onat’ın iki çocuğundan büyük olanı. 26 yaşında, Açık Öğretim’de İşletme okuyor.
Kardeşi Mesut ise kendinden dört yaş küçük. O da ablası gibi Açık Öğretim
İşletme Fakültesi öğrencisi. Aynı zamanda bir muhasebe bürosunda çalışıyor. İş
saatine denk geldiği için Mesut’un evde olmayacağını söylüyor Zehra. “Aranız
iyi mi?” diye soruyorum. Küçükken kavga ettiklerini ama şimdi çok iyi
anlaştıklarını anlatıyor. “Annenden sonra nasıl oldu peki?” diyorum, “Hepimiz
gibi iyi olmaya çalışıyor ama o konuları pek konuşmuyoruz onunla” derken
gözlerini indiriyor. Susup eve doğru yürümeye başlıyoruz.
Annesizliği
bilirim. Anne kokusunun yerini hiç bir şeyin doldurmayacağını; onun ağzından
çıkan her kelimenin azar bile olsa yokluğunda nasıl özlendiğini; her aklına
geldiğinde burun direğimin gerçekten de sızlayabildiğini öğretti hayat bana. Ama
insanın annesinin bir bombayla hayatını kaybetmesi ne demek bilmiyorum. O
öfkeyle nasıl yaşanır, o acıyla nasıl baş edilir aklım almıyor, tarif
edemiyorum. Yol boyunca Zehra’ya bunların hiç birini soramıyorum.
Evleri, 72 metrelik
dev kubbesi ve altı minaresi ile İstanbul’un siluetine “Yeni Türkiye”nin yeni
simgelerinden bir olarak eklenen, Çamlıca Cami’inin yakınlarında bir sokakta. Üç
katlı bir binanın bahçesine giriyoruz. En üstte babaannesi, orta katta
kendileri, girişte ise amcası ve ailesinin yaşadığını anlatıyor Zehra. “Annem
bizi bırakıp gidene kadar 15 kişilik kocaman, mutlu bir aileydik biz” diyor. Onun
gidişiyle her şey yarım, her şey eksik kalmış.
Kapıdan içeri
adımımı atarken daha duvarda Azize Onat’ın fotoğrafları çarpıyor gözüme. Yüzünde,
az önce Zehra’da gördüğüm gülümsemenin aynısı. Bu kadar mı güzel güler
bir insan?
Evin her köşesine sinmiş o karanlık boşluğu doldurmak
istercesine, bütün duvarlarda, sehpaların, şifonyerin üstünde Azize’nin
resimleri var. Düğünde, tatilde, televizyon seyrederken, gezerken,
arkadaşlarıyla, ailesiyle ve hep o güzel gülüşüyle…
Salona geçiyoruz. Gaffar Bey, her gün olduğu gibi yine
mezarlığa gittiği için evde yok ama kayınvalide, görümce, elti, ailenin bütün
kadınları orada. Hepsi Azize hakkında konuşmak istiyor. Her birinin ona dair
anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Laf olsun diye değil, yüreklerinden koparak
çıkıyor cümleleri, Azize'yi çok sevdikleri her hallerinden belli. 'Onu herkes
severdi' diyor kayınvalidesi Kadriye Hanım: ''İçtenliğiyle, yardımseverliği ve
iyiliğiyle herkesin gözünü kamaştıran parlak bir ışık gibiydi ama acımadan
söndürdüler.''
''Sadece bizim evimiz değil, mahalle boşaldı Azize gittikten
sonra'' diyor eltisi Hatice Onat: ''Çıkın sorun bütün komşulara, herkes aynı
şeyi söyleyecektir.''
Kenarda sessizce konuşmaları dinleyen görümce Gülbeyaz Hanım
için ise Azize, yengeden çok ablası gibi olmuş: “Her sabah balkondan bahçeye
bakınca aşağıda çalışırken görürdüm yengemi. Hiç boş durmaz her şeye yetişirdi.
Şimdi bahçeye bakıp onu göremeyince içim yanıyor.”
Hepsinin ağzından dolu dolu Azize akıyor. Ne kadar çok
anlatsalar o kadar eksik kalıyor söylemek istedikleri. Sadece acılardan değil,
neşeli hatıralardan da bahsediyorlar, gülerken içimiz yanıyor.
Aile, Siirt’in Şirvan ilçesine bağlı, eski adıyla Zivzik
yeni adıyla Dişlipınar köyünden. Bir kısmı 70'lerin sonunda ekonomik
sebeplerden İstanbul’a göç etmiş, Azize’nin babası ise memlekette kalmayı
seçmiş. Altı çocuğun en büyüğü Azize, altı yaşına kadar köyde büyümüş daha
sonra da Siirt’e taşınmışlar.
Nüfus memurluğunda çalışan amcası, nedendir bilinmez,
ailedeki bazı çocukları iki yıl büyük yazdırmış nüfusa. Azize de o çocuklardan biri. Kimliğinde 44 yazsa
da Ankara’da patlayan o bombalar canını aldığında aslında 42 yaşındaymış.
Daha sonra
evleneceklerini bilmeden beraber geçirmişler çocukluklarını Gaffar ile Azize. İlerde
birbirlerine çok aşık olacaklarını akıllarına bile getirmeyen iki amca çocuğu,
hep kavga ederlermiş küçükken. Hele bir keresinde Gaffar, Azize’nin ayağına
kocaman bir taş atmış. Öyle yarılmış ki minicik ayağı, taş kadar büyük izi
kalmış. Büyüyüp evlendikten sonra bile aralarında hep şaka konusu olmuş bu taş
meselesi.
Büyük oğlu ile
eltisinin en büyük kızı Azize’yi evlendirmek kayınvalidenin fikriymiş. Gaffar
askerden geldikten sonra konuyu ona da açınca ''Peki anne'' demiş, ''Sen
bilirsin''. 16 yaşında, gencecik bir kızken gelin gelmiş İstanbul’a. “Yirmibeş
gün düğün yaptım ona, evime gelen ilk gelinimdi kızım gibi oldu sonra” diyor
Kadriye Hanım.
O yıllarda
Kirazlıtepe, şehire yeni göçenlerin yaşadığı, tozu toprağı, çilesi bol, suyu,
yolu olmayan bir gecekondu mahallesi. Gelin- kayınvalide, çok cefa çekmişler
birlikte: “Sıkıntı yaşadık ama her şeyi de beraber yaptık. O rahmete gittikten
sonra çarşıya, pazara bile gidemez oldum, gözümdeki yaş hiç kurumadı”.
İlkokula
gidememiş Azize, ama zehir gibi zekası ile okumayı kendi başına öğrenmiş. Çocuklarını
doğurduktan sonra mahalledeki kursa gidip yazısını geliştirmiş. İlkokul
diplomasını da yine kendi çabalarıyla Bağlarbaşı Halk Eğitim Merkezi’nden
almış.
Evde her şeye
yetişen, bozulan buzdolabını tamir eden, bahçede hamur açıp sac ekmeği yapan,
reçel kuran, ağaca çıkıp incir toplayan hep Azize olmuş.
Herkesten erken kalkıp ortalığı toplar, kahvaltıyı hazırlar,
ailedeki çocukların hepsiyle o ilgilenirmiş. Ah o çocuklara hiç doyamazmış.
Öyle ki evini çocukların özgürlük alanı ilan etmiş. Çok şımarsalar bile kimseye
laf söyletmez, onların da bir dediğini iki etmezmiş. Sadece kendi
çevresindekileri değil eli uzanabildiği her yerde çocuklara yardım etmek için
uğraşırmış.
“Ankara'ya gitmeden önceki son gece apartmanın bodrumunda
buldum annemi” diye anlatıyor Zehra. Kobanê'deki çocuklara göndermek için
topladığı oyuncakları düzenliyormuş: “Ben dönünce bunları kolileyip gönderelim
dedi. O akşam bile onlarla
ilgilendi.”
Evin kadınları ile Azize’yi konuşmaya devam ederken, Gaffar
Bey geliyor. Resimlerdekinden farklı, çok kilo vermiş. Gözlerinin feri sönmüş
derler ya, onun gözünün ışığı da, Azize ile uçmuş gitmiş Ankara'da.
“Annemin yanından mı geliyorsun?” diye soruyor Zehra,
babasına. Her gün Ihlamurkuyu Mezarlığına gidiyormuş, ellerinde çiçeklerle.
“İyi geliyor bana orada olmak” diyor: “Sanki yakınımdaymış gibi hissediyorum,
rahatlıyorum biraz olsun”. Başka zamanlarda kimseyle konuşmak gelmiyormuş
içinden. Annesi Kadriye Hanım, oğlunun bu haline çok üzülüyor. Eskiden şakalar
yapan kendisine takılan oğlu şimdilerde sessiz, içine kapanmış. “Hiç yemek
yemiyor” diye şikayet ediyor.
“Boğazımdan geçen lokmanın bana hayrı yok ki, yemeği zevkle
yemediğin zaman vücuda da yaramıyor” diyor. Onca yıl Azize ile beraberken su
akıp geçmiş ama şimdi değil günler, saniyeler bile geçmek bilmiyor. Dile kolay,
28 yıl boyunca hayat arkadaşlığı yaptığı yoldaşı, gözlerinin önünde, birkaç
saniye içinde yok olup gidince insana yemek yemek de, gülmek de artık zul
geliyor.
Gaffar Bey’in siyasete olan ilgisi, askerdeyken başlamış.
Döndükten sonra da hep bir şekilde siyasi mücadelenin içinde yer almış. “Azize
de evlendikten sonra takip etmeye başladı olan, biteni. Her gün hiç aksatmadan
gazete okurdu. Özgür Gündem alırdık ama o en çok Hasan Cemal’i sever,
yazılarını hiç kaçırmadan takip ederdi. Malum, Özgür Gündem belli bir kesim
tarafından alınan bir gazete yani bizim derdimizi bize anlatıyor ama Hasan
Cemal’in yazdıklarını başka insanların da okuyacağını düşünür, en çok da ona
sevinirdi. Delila: Bir Genç Kadın Gerillanın Dağ Günlükleri isimli kitabını
almak istiyordu ama o koşturma içinde kısmet olmadı.”
En büyük üzüntüsü memlekette devam eden savaş, en büyük
hayali ise bu ülkeye barışın bir an önce gelmesi olduğu için 7 Haziran
seçimleri öncesinde çok çalışmış Azize. İstermiş ki sadece Kürtler değil
Türkler de çıksın sokaklara, haykırsınlar barış istediklerini. Halkların
kardeşliği ancak o zaman mümkün olur diye düşünürmüş. Gecesini gündüzüne
katmış, dur durak bilmemiş kampanyalar sırasında. “Çok emeği var o süreçte,
benden daha çok çalışmıştır” diyor Gaffar Bey: “Hatta HDP Üsküdar ilçe
yönetiminde ben değil o olsun istedim ama o bana sen gir dedi, ben seni
destekleyeceğim, beraber çalışacağız.”
Öyle de olmuş. Eşit
şartlarda yaşayan insanların olduğu, kimsenin katledilmediği bir ülkenin
hayalini beraber kurmuşlar, gerçekleşmesi için hep birlikte mücadele etmişler. Suruç’a,
Kobanê’ye gitmişler.
“Özellikle
Suruç’taki patlamaya çok üzülmüştü.” Televizyonun hemen karşısındaki koltuğu
işaret ediyor Gaffar Onat. “ Her zamanki gibi elinde kumanda tam şurada
oturuyordu. Haberi duyunca ağlamaya başladı. Ben de dayanamadım, bütün gece
beraber ağladık”.
Barış mitingi düzenleneceğini öğrenince de hemen
hazırlıklara başlamış. Kadriye Hanım, gelinine Ankara seyahati öncesinde sanki
olacakları hissetmiş gibi şaka yollu takılmış: “Hep sen gidiyorsun böyle
yerlere bu sefer olsun bari gitme” demiş. Azize’yi durdurmak, inandığı yoldan
vazgeçirmek ne mümkün: “Ben uğraşmazsam, sen uğraşmazsan bu ülkeye barış nasıl
gelecek”.
Bir gece önceden poğaçalar pişirmiş yolda yemek için. “O
kadar çok yapmıştı ki hepsini yanına alamadı bir kısmını da buzdolabına koydu
daha sonra kahvaltıda çıkarırız diye, hâlâ buzlukta duruyorlar, dokunamıyorum”
diyor kayınvalidesi.
Kendisi, kocası ve kayınpederi; üç kişi gitmişler Ankara’ya.
Gaffar Bey, yolculuk boyunca eşi rahat etsin diye yanındaki koltuğu boş
bırakmış. Her anlarında birlikte olmak isteyen iki sevgili, o son gecelerinde
ayrı düşmüşler bir daha hiç kavuşamayacaklarını bilmeden.
Ankara’ya vardıklarında ise Azize çoğunlukla gruptaki diğer
kadınların yanındaymış. “Bana ekmek arası sandviç yapmıştı, onu verdi. Öylece kahvaltı
yaptım. Yanında son durduğum zaman
da o oldu. Sonra arkadaşımla çay içmek için gara doğru yürüdük.” İşte o an
patlamış bombalar, ortalık kıyamet yerine dönmüş. “Savrulup yere düşmüşüm
patlamanın şiddetiyle. Baktım alev topu gibi bir şey yükseliyor bizim grubun
olduğu taraftan, daha ayağa kalkamadan ikinci bomba patladı. Ardından koşmaya
başladım, Azize’ye doğru. Kollar, bacaklar etrafa saçılmıştı. Onu da
öyle bulacağım diye düşündüm ama olduğu gibi yere düşmüştü. Babam benden önce
varmıştı yanına. Başını kucağıma aldım, kan vardı ama nereden geldiğini
göremedim önce. Kafasını çevirdim, baktım boynu kanıyor. Şah damarına
bilye denk gelmişti.”
bilye denk gelmişti.”
Sonrasında gelen dakikalar, saatler ise hiç bitmeyecek bir
kabusun ayrıntıları gibi. Çığlıklar, ağlamalar, polis müdahalesi derken bir
arkadaşları Azize’nin hafif de olsa nabzının attığını söylüyor. “Ambulanslar
gelemiyordu biz de bulabildiğimiz ilk taksi ile Numune Hastanesi’ne götürdük,
hemen acil servise aldılar.” En son kapının önünde bir sedyede bulmuş Azize’yi.
Başında doktorlar varmış, “Maalesef” demişler, “Kurtaramadık eşinizi” Bu üç
kısa, soğuk kelime ile hiç hesapta olmayan bir yol ayrımında bulmuş kendini
Gaffar Bey. “Kazım Koyuncu’nun “ Gidiyorum diye bir şarkısı vardır bilir
misiniz?” diye soruyor bana.
İşte gidiyorum Bir şey demeden
Arkamı dönmeden
Şikayet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum…
Arkamı dönmeden
Şikayet etmeden
Hiçbir şey almadan
Bir şey vermeden
Yol ayrılmış, görmeden gidiyorum…
Şarkıdaki gibi o yol ayrımını görmeden, böylesi bir ayrılığı
hiç düşünmeden yaşamışlar, çocuklarını büyütmüş, geleceğe dair planlar
yapmışlar birbirine aşık her çift gibi. Sonunda veda bile edemeden kopmuşlar ya
birbirlerinden, işte en çok da o zoruna gitmiş.
Şimdi bütün akrabaları, dostları kendisine dikkat etmesini
söylüyormuş. “Diyorlar ki üzüntün zamanla hafifler. Nasıl hafiflesin, ülkede
vahşet bitmiyor ki. Her yaşanan katliamla Azize’nin acısı tazeleniyor. Her ölüm
haberiyle içimi yakan kor yeniden alevleniyor”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder