daha çok onlar yaşamalıydı.
daha çok onlar haketmişlerdi bunu;
daha çok onlar bilirlerdi
yaşamanın ne olduğunu.
yaşamanın ne olduğunu.
N. Çakırhan
Gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya’ydı.
Ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişlerdi.
Ölümden, kederden, acıdan elbiseler giyinmişlerdi.
Gözlerine örtü inmiyor, geceleri kapıları örtülmüyordu.
Kalabalıkların sessizce salınan siluetinde, kımıldayan
rüzgârın nefesinde, açılan her kapının gıcırtısında hep onların yüzü vardı.
Yıllardır, her an çıkıp gelecek gibi bekliyorlardı.
Gelmiyorlardı…
* * *
Evet, onlar Cumartesi Anneleri’ydi.
Kayıplarını arıyorlardı.
Yıllardır evlatlarının izini süren, yaz kış demeden taş
kaldırımları mekân tutan, evlerinin aralık bıraktıkları kapılarında her an
çocuklarını yolunu gözleyen kadınlar.
Önceleri, sağ olarak bulmayı umdukları çocuklarının,
sonradan hiç değil ölülerini görebilmek, olmazsa kemikleriyle bile yetinmek
için her cumartesi, çığlıklarını sessizce kaldırımlara bırakan insanlar.
Başkaları, hafta sonlarını çocuklarıyla parkta, piknikte, eğlencede geçirirken
onlar, kayıp çocukları için yas tutan, sessiz ağıtlar yakan, nöbet bekleyen
kadınlar…
* * *
Tarih 20 Mart 1995.
Akşama görüşürüz diyerek evinden çıkan ve bir daha geri
dönmeyen Hasan Ocak'tan 55 gün haber alınamamıştır.
Onun, işkence edilerek telle boğulmuş cesedi İstanbul'da Beykoz Ormanları’nda bulunur.
Onun, işkence edilerek telle boğulmuş cesedi İstanbul'da Beykoz Ormanları’nda bulunur.
Hasan Ocak’ın ıssız bir ormanda bulunmuş cesedinin
kimsesizler mezarlığına gömüldüğü sonradan ortaya çıkacaktır.
Ne ilk kaybedilendir o, ne de son olacaktır.
Ne ilk kaybedilendir o, ne de son olacaktır.
22 Mayıs 1995’te Rıdvan Karakoç’un da aynı akıbeti yaşadığı
anlaşılır.
Korku duvarları bir kez yıkılmaya başlayınca, kaybedilenler
değil ama onların yakınları birer birer ortaya çıkmaya başlar.
Anlaşılır ki sayısız, nice kayıpları vardır bu acılar
coğrafyasının.
Daha nice anaları vardır bu ülkenin, yıllardır taş basıp
beklemiştir bağrına.
Çaresizlik, sonunda bir grup kadını 27 Mayıs 1995 Cumartesi
günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde buluşturur.
Amaçları, yeni kayıpların yaşanmaması, kaybedilenlerin
akıbetinin araştırılması, sorumluların adalet önüne çıkarılarak
yargılanmasıdır.
Dövizsiz, pankartsız, slogansız; ellerinde sadece
kayıplarının fotoğraflarıyla oturarak sessizliklerinin ses olmasını beklerler.
Sadece yakınlarından bir haber alabilmek için değil, aynı
zamanda sorumluların da hesap vermesi; yargı önüne çıkarılarak bir daha benzer
acıların yaşanmaması için Galatasaray Meydanı’nı mekân tuttular.
Bu amaçla her cumartesi günü, saat 12.00’de Galatasaray’da
sessiz bir çığlık olup İstanbul’un ve ülkenin vicdanına kanarlar.
Ellerinde kayıplarının resimleriyle, yarım saat boyunca hiç
konuşmadan otururlar.
Yaz-kış demeden, sıcak-soğuk dinlemeden kaldırımlarda,
taşların ve betonların üzerinde evlatlarını ve onların katilleri ararlar.
Yanlarından gelip geçenlerin gözlerine bakarak onlardan medet umarlar…
* * *
'Türkiye'de gözaltında kaybedilenlerin' sessiz ama
derinden çığlığıydı bu.
Aradan geçen yıllar, on yıllar onların vicdan arayışlarına
asla engel olamadı.
Aksine, hiç eskimeyen özlemleri, bitmeyen umutları,
sarsılmaz inançlarıyla Galatasaray'ın soğuk kaldırımlarında dal budak salmaya
devam ettiler.
Ne polis şiddeti ayırabildi onları bu arayıştan, ne de
kaybedenlerin nefreti.
Haftalar haftaları kovaladı, yıllar yılları.
Zamanla, Galatasaray Meydanı’ndaki anaların sürdürdüğü bu
arayış nöbetini önce çocukları devraldı, sonra torunları.
Ve giderek
ses oldu onların sessizlikleri.
Galatasaray’ın
taş kaldırımlarından yükselen bu çığlık, Diyarbakır’dan, Batman’dan, Urfa’dan
Yüksekova ve Cizre'den yankılandı; Şili, Arjantin, Meksika derken tüm dünyaya
ulaştı.
İstatistiklerde
giderek birer rakam olmaktan çıkan kayıplar, etleri, kemikleri, kokuları ve
hatıralarıyla akıllarda yavaş yavaş yeniden canlanmaya başladılar.
Ne var ki
bütün dünyanın duyduğu bu çığlığı, devlet bir türlü duymadı, duymazdan geldi.
*
* *
Kaybedenlere
gelince.
Çoğu
isimleriyle biliniyordu.
Ya gözaltı
tutanaklarında adları yazılıydı, ya işkence götürülürken görenler tanığı.
Birçoğu göz
göre göre, alenen alıp götürmüşlerdi.
Kimi terfi
alarak ödüllendirildi, kimi emekliye ayrıldı.
İçlerinde,
siyasete girip memleketin yüksek menfaatleri için çalışanlar bile oldu.
Yaşadıkları
utanç dolu geçmişi unutmaya, unutturmaya çalıştılar.
Bir
zamanlar, onların kurbanlarını boğazlayan kanlı elleri, çocuklarının başını
okşayıp severken; yetim bıraktıkları çocukların ahları her hafta, Beyoğlu’nda
bir meydanda sessiz sedasız kanamaya devam etti.
Kısacası
kaybedenler, soğuk, kirli, ölüm kokan nefesleriyle hiçbir şey olmamış gibi
aramızda dolaşıp yaşamaya devam ediyorlar.
*
* *
Cumartesi
Anneleri.
Onlarınki,
mezarları bile olmayan ölüler için tarihe düşülen bir ağıt.
Bayramlarda
mezarlığa gitmek yerine Galatasaray Meydanı’nda boş kaldırımlara ellerini süren
kadınların vicdan arayışları…
Taşıdıkları
resimlerin hikâyeleri kirli bir tarihe akan, vasiyetlerinde, evlatlarının
kemikleri bulunmadan gömülmek istemediklerini yazan kadınlar…
Sessizlikleri,
sevdiklerine ulaşmanın çabasından ibaret, yüreklerinde katlanıldıkça çoğalan
acılar taşıyan analar, babalar, çocuklar…
Bu hafta, 24
Eylül’de Galatasaray Meydanı’nda 600.kez oturacaklar.
Dudaklarında
yıllardır sessizliğe bürünmüş ağıtlar taşıyarak yine acılardan elbiseler
giyinmiş olacaklar.
Bir kez
daha, apansız hayatlarından koparılmış çocuklarının, eşlerinin, babalarının
kayıp kemiklerinin peşinde bir ülkenin kaybolmuş vicdanını arayacaklar.
*
* *
Bir
cumartesi günü sizin de yolunuz İstanbul’un Beyoğlu semtine düşerse, İstiklal
Caddesi’nden aşağılara doğru yürüyün.
Caddenin eski zamanları andıran çok renkli, çok sesli, çok
kimlikli havasını koklayın, çevrenize şöyle bir bakın.
Güneşli bir günse, kollarınızı açıp baharını
kucakladığınız, veya soğuk bir kış günü de olsa fark etmez, ya da bardaktan
boşanırcasına yağan bir yağmur da olabilir ruhunuzu ıslatan…
Zamanın, Beyoğlu’nun kaldırımlarında, ağır ağır 12.00’ye
doğru yuvalandığı bir anda, pusulaları Galatasaray Meydanı’na dönmüş, yürüyen
insanlar göreceksiniz.
Gözleri Anadolu, gövdeleri Mezopotamya gibi kadınlar,
yakalarında kırmızı karanfillerle genç kızlar, ellerinde kayıp resimler taşıyan
çocuklar…
Bakışlarında, gizli bir söylenceyi taşır gibidirler.
Belki de tanıdık gelecektir size bu yüzler.
Saat tam 12.00’ye dokunduğunda, İstiklal Caddesi’nin eski yüzlü binalarından, taş kaldırımlarından kulağınıza çarpan, ince ve derinden bir çığlığı duyar gibi olacaksınız.
Saat tam 12.00’ye dokunduğunda, İstiklal Caddesi’nin eski yüzlü binalarından, taş kaldırımlarından kulağınıza çarpan, ince ve derinden bir çığlığı duyar gibi olacaksınız.
Eğilip kulak verin bu çığlığa, tanıyacaksınız!
Nice kahırlarla dolu Anadolu’nun, on yıllardır kayıplarını arayan Mezopotamya’nın hüzün dolu çığlıdır bu.
Nice kahırlarla dolu Anadolu’nun, on yıllardır kayıplarını arayan Mezopotamya’nın hüzün dolu çığlıdır bu.
Siz de bir karanfil alın elinize.
Meydandaki sessiz kalabalığa sokulun, kendinize ufak bir yer açın.
Öyle cafcaflı pankartlar, sıkılmış yumruklar, sloganlar da gerekmez.
Meydandaki sessiz kalabalığa sokulun, kendinize ufak bir yer açın.
Öyle cafcaflı pankartlar, sıkılmış yumruklar, sloganlar da gerekmez.
Sadece siz
olun!
Sessiz
olun...
Oradaki
çığlığa sessizce ortak olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder