Salı, Nisan 12, 2016

Mültecilik ve yedek iş gücü ordusu...

Fevzi ÖZLÜER...
Suriye’de savaşın başladığı günlerden hemen sonra Ankara’nın sokakları Suriyeli çocuklarla dolup taştı. Bentderesi ve Karşıyaka Mezarlığı’nın sırtlarında Kürt yoksullarından boşalan evler, kentsel dönüşüme girmeden önce Suriyeli yoksullara kiralandı. “Suriyeliler” kategorisi “çalışmayan, sokaklarda dilenen, hırsızlık yapan” insan kümesinin genel adı olmuş çıkmıştı. Kentsel yoksulluğun en dibindekiler, aynı zamanda kentsel eşitsizliğin de yaratıcısı olarak kodlanmıştı. Yediğimiz ekmek, gezdiğimiz sokaklar, soluduğumuz hava “bize” aitti ve genel kanı, vergi dahi vermeyen bu insanlara ayrıcalık tanındığı, yaşamaları karşılığında da siyasal tercihleri satın alındığı yönündeydi. Bu nedenle de fırından iki pide çalan, semt meydanında ekmek dilenen çocuklar yerden yere vurularak dövülürken, “duyar kasanlar” gerçekleri göremiyordu. Hele bir de mültecileri veya Suriye’de savaştan göçertilenlerin ödediği diyetle kendi hayatları arasında kimsenin bir bağ kurma niyeti pek yoktu.
ŞU GÜZEL YILLAR
Enflasyon düşüktü, alım gücü iyiydi, ülke pek de bir şey üretmiyordu. Buna rağmen,  güneyimizdeki savaş bir “fırsattı” bize iyi koşullarda yaşadığımız bu fırsat yılları pek hızlı unutuldu. Savaşa katar çekenler, Konya’dan, Ankara’dan, Kayseri’den göç sevkıyatlarına ortak olanlar kimdi?
Sadece hükümetlerimiz mi? Sadece onlar mı görmedi bu yaranın giderek büyüdüğünü? Nasıl oluyordu da iki komşudan birisi hızla yoksullaşırken, üretemez kılınırken, tüm tarihi ve doğası çalınırken bir diğerinde insanlar bu yoksullaşmanın göreli olanaklarından yararlanarak yaşamlarını idame ettirebiliyorlardı? Suriye’den milyonların göçünden büyük silah tacirleri, petrol şirketleri kârlı çıkmıştı da bu yoksullaşan halkın üzerinden geçim ekonomisi inşa edenler ne yapmıştı?
Tabi bir de göç sonrasının hikayesi vardı. Mersin’de, Antep’te, Adana’da insanın yaşamayacağı yerleri kimler kiraya vermişti. Ötekilerin de ötekisini üreten büyük kentlerde, işte çalışmayan, ekmek elden su gölden yaşayan bunlardı.
ŞİMDİ ÇALIŞTIRILACAKLAR, RAHATLAYALIM MI?
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yapılan anlaşma sonucunda Avrupa ülkelerine geçen 500 binden fazla insanın iade süreci bu hafta başladı. Yaklaşık dört yıldır süren bir hazırlığın sonucunda Midilli Adası’ndan Dikili’ye ilk gemi yanaşmaya başladığında, Ege huzursuzdu. “Ayağa Dikildik” sloganıyla mitingler düzenlenmişti. Gelen kafileleri kimse istemiyordu. Misafirperverlik özgeçmişe kazınmış bir anıydı şimdilik. Daha birkaç gün önce Maraş’ta alevi yerleşim yerlerine sınır olacak biçimde “mülteci kampları” organize edileceği duyumları basına yansımıştı. Bu haberlere göre, mülteci kamplarında radikal İslamcı sünni-selefi gruplar örgütlenecekti. Böylece uzun vadede de bu bölgelerden Alevilerin göç ettirilmesi planlandığı söyleniyordu. Boşaltılan, Cizre, Silopi gibi şehirlere de mülteciler yerleştirileceği ve Kürtler arasında bir tampon kurulmasının planlandığı basına yansıyordu. Bir diğer dikkat çekici vurgu da Batı illerine yerleştirilen bu kişilerin “egemenlere” oy vermesi gerekeceği için demografik dönüşümlerle siyasal desenin değişeceğinin altı çiziliyordu. Hem aleviler, hem Kürtler hem de kıyı insanları için bir “tehdit” ve “güvenlik” denklemi üretilmişti. Mülteciler hakkında özcü bir biçimde, bu kişilerin belli bir siyasal aidiyetle hareket etmeyebilecekleri, bu insanların toplumsal dönüşümlerinin nasıl biçimleneceğinin daha önemli olduğuna yönelik haklı uyarılara ise “Suriye uzmanları” tarafından “bırak Allah’ını seversen bu ağızları” yanıtları üretmek çok ama çok kolaydı.
YEDEK İŞ GÜCÜ ORDUSU VE EMEĞİN DEĞERSİZLEŞTİRİLMESİ
Önceleri beleşten karınlarını doyurdukları iddiasıyla, sonradan da potansiyel teröre “meyilli” oldukları için dışlanan mültecileri hem toplumun geneline yabancılaştıran hem de onlara en çok ihtiyaç duyan da yine verili iktisadi düzenin temsilcileri oldu. Mültecilerin geleceği günlerde istihdam büroları yoluyla emeğin değersizleştirilmesinin kapısını açan yasal düzenlemeler bir anda yeniden gündeme geldi. Türkiye önümüzdeki günlerde ağır ve kirli sanayi alanlarında ucuz hammadde ve bedavadan biraz pahalı iş gücüyle yeni bir kalkınma sürecine girecek. Bu kalkınma sürecinin özünü ise fosil yakıtların ve doğa varlıklarının bir kez daha acımasız bir biçimde yağmalanması oluşturuyor. Enerji ve madende yenilikçi hiçbir adım atamayan ve uluslararası sisteme göbekten bağlanan politikalar mültecileri bu ülke için vazgeçilmez bir özne haline getiriyor. Güvence sistemlerinden tamamen kopartılmış ve biyolojik bir beden olarak görülen on binlerce mülteci bu endüstriyel tarım, ağır sanayi, maden ocakları ve kömür havzalarında yirmi birinci yüzyıl işçileştirilmesine layık bir biçimde yeniden işlevleniyor.
KİM KİME, DUM DUMA
Maraş bölgesine yerleştirilen iş gücünün muhtemeldir ki bir kömür havzası olarak kurgulanan Elbistan’ın yedek iş gücü ordusu olarak depolanıyor. Ülkeye getirilen pek çok erkek mültecinin bu açık cezaevinden hallice kamplarda sabahtan akşama kadar “boncuk” dizmesini kimse beklemiyordur. Bu nedenle de seçilen yerlere bir de bu enerji ve maden ilişkisi bağlamında bakmak gerekir. Bu seçimlerde, neden Yozgat, neden Erzurum değil yanıtını yer altı faaliyetlerinin yoğunluğuna bakarak da düşünmek mümkün. Bir de tabi düşünsenize, sosyal açıdan daha uyumlu kıyı insanları, Kürt ve alevi nüfusu dışında sosyal ve kültürel gelenek açısından dışa tamamen kapalı bölgelere bu insanların yerleştirildiğini! Bu sosyal krizlerin maliyeti ile olası bir Alevi-Sünni çatışmasının maliyeti arasında bir tercih de yapılmış olabilirler. Güvenlik rejimi kesinlikle bu iktisadi akıldan ve sermaye birikiminin olmazsa olmazı koşullardan bağımsız değildir. Artı değer üretimi ve bu üretime el koyarak varlığını devam ettiren kapitalist üretim biçimi içinde, daha ucuza emeğin mal edilmesi sistemin devamı için bir sorunluluktur. Bu var olma biçimini es geçerek, etnik gerilimler ve demografik dönüşümler yoluyla siyasal hayatın alt üst edileceğini ileri sürmek mümkün görünmemektedir.
Şimdi bu nedenle mülteci akınına dünden daha fazla üzülenler varsa, küresel sistem içinde bu mültecilerin insansızlaştırılmış bölgelerde iş gücü ordusu olarak çalışacağını müjdeleyelim. Ancak bu dönüşüm yoluyla, sermayenin mülksüzleştirerek siyasal alanı temellük ettiğinin de görünmez kılındığını hatırlatalım. Tam da bu nedenle, kültürel ve etno-ulusal her türlü analiz eninde sonunda bu sınıfsal dönüşüme göre konum almak ve emek mücadelesi ekseninde mültecilik olgusuna yaklaşmak zorunda kalacaktır. Kimin nereye tampon kılındığı değil; emekçilerin iş gücü ordusu olarak var oluşunun nasıl oluyor da bu güvenlik rejiminin kaldıracı haline dönüştüğü ve bu dönüşümün yıkıcılığına odaklanmak gerekecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder