Cuma, Şubat 05, 2016

Din ve İnanç Ayrımı...

Foto :Özcan YAMAN
AYDIN ÇUBUKÇU...
Bireyin gündelik yaşamının kendi olağan akışının dışında oluşmuş kurallarla düzenlenmesi, toplumun bir bütün halinde inşa edilmek istenmesiyle ilgilidir. Herkesin “bütünle uyumlu” olmasının zorunluluk olması, bir iktidarın varlığına dolaysızca işaret eder. Belli yönetsel ihtiyaçlara uygun kurallar koymak, bunlara ilişkin düşünce ve davranışları ortaklaştırmak toplumun yönetilmesini kolaylaştırır. Bunun icat edilmiş başlıca yolu politikadır. Ancak, bütün karmaşıklığı ve çok yönlülüğüyle toplumsal hayatın mümkün olan en yüksek düzeyde denetlenir hale getirilmesi için, gücün merkezileşmesi yanında politikanın toplumsal hayatın içinde dayanaklar bulması gerektiği de politikayla birlikte keşfedilmiş gibidir.
Bu kapsamda, bütün sınıflı toplumlar tarihi boyunca yönetmenin tek elde toplanmasının belli başlı en güçlü dayanağı din olmuştur.
Burada önemli olan din ve devletin birlikte oluşturduğu egemenlik sistemidir. Hıristiyan din kurumları ve krallar uzun çağlar süren ittifakları aracılığıyla ya da Müslüman sultanların bizzat kendi ellerine aldıkları dinsel temsilcilik gücüyle din ve iktidar ilişkisinin görünen yüzünü oluşturmuşlardır.1
İnançlar, tarihin devletsiz yaşanabildiği dönemlerinde de toplumsal hayatın doğal akışı içinde var olabilmişler, belli ihtiyaçlara yanıt vermişler, ancak “toplum kuruculuk” gibi bir işlev yüklenmemişlerdir.
Dinler ise inançlardan farklı olarak sınıfların varlığına ve özellikle de yöneten yönetilen ayrımının ortaya çıkışına bağlı olarak gelişmişlerdir.
Din ve inanç arasındaki ayrım burada başlıyor. Din, toplumu kendi koyduğu kurallara göre yaşamaya davet eder. Tanrıya ya da bir başka bir varlığa, hatta bir nesneye, doğal oluşuma vs. içten bağlanma, onun gücüne inanma olarak tanımlanan inancın ise topluma biçim vermeye çalışma ve toplumun bütün bireylerini bu biçime uymaya zorlama özelliği yoktur. İnancın, inananla inanılan arasındaki ilişki olmanın ötesinde bir içeriği yoktur ve dünyaya nizam vermeye kakışmaz. Dinler ise, “ilahi kanunlar” koyar ve bunlara uymayı zorunlu kılar. Ödül ve ceza sistemiyle desteklenen bu yasalar, yalnızca inananları değil, o dinin egemen olduğu toplumda, hatta coğrafyada yaşayan herkesin bu kurallara tabi olmasını ister. Dinsel kurallar-yasalar, çoğunlukla devletlerin kuralları-yasalarıdır; iktidar ve toplum arasındaki bağlar, böylece kalıcı ve güçlü hale getirilir.
Tam teslimiyet
Ancak, dinlerin halk; kolay yönetilebilir yığınlar halinde iktidara bağlamasının bu apaçık yolunun ötesinde, bireylerin tek tek tam teslimiyetini sağlayan bir başka etkisinden daha söz etmek gerekir. Dinsel ritüeller, usuller ve kuralların, bireyin bütün davranışlarını, düşüncelerini, özlemlerini ve taleplerini yönlendiren etkiyle gündelik hayata dâhil edilmesi, devlet aracılığıyla yukarıdan vaz edilenden çok daha derin ve kalıcı bir etki doğurur.
Bu, iktidarların biçimi, yönetenin kimliği değişse de yönetilenlerin tabiiyet duygusunun devamını, bir bakıma “yönetilme talebinin” devamlılığını sağlar.
Bütün dinlerde temel günahlar vardır ve özellikle İbrahimî dinlerde, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta bunlar hemen hemen ortaktır. Çünkü hepsi, temel toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan ve esas olarak toplum olarak yaşamanın kurallarını belirleyen “yasa hükmünde” düzenleyicilerdir. Başlangıç olarak Musa’nın On Emir beyannamesini kabul edersek, sonrakiler büyük ölçüde bunun tekrarıdır diyebiliriz. On Emir’in, dördü dinsel, altısı toplumsal niteliktedir. İlk dört emir, tek tanrılı dinin değişmez, değiştirilemez esaslarına işaret ederek, adeta sonraki altı emre uyulmasının gerekçelerini ve dayanaklarını da göstermiş olur. Herhangi bir insanın “öldürmeyeceksin, komşuna karşı yalan şahitlik yapmayacaksın” demesinin pek hükmü olmaz da, emir Allah’tan gelince en azından durup düşünmesi gerekir! Ama böylece, aynı toplumda yaşayan ve birlikte bir toplum oluşturan insanlar arasında uyumlu yaşamanın asgari gerekleri gösterilmiş olur. Pek çok dindar araştırmacı, düşünür de aslında tarihsel materyalist esaslara dayanan bu yorumu kabul eder.
Bütün dinlerce benimsenen bu tür kuralların amacı gerçekten toplumsal hayatın korunmasıydı, ama tarihsel koşullara bakılınca, var olanı korumak kadar yeni bir toplum kurma kaygısının öncelik taşıdığını da söyleyebiliriz. Henüz herhangi bir kimlik ekseninde birleşme düzeyinde olmayan topluluklar için, kendilerini tanımlayan ve etrafında birleşmelerini kolaylaştıran, sorunsuz, didişmelerden uzak bir hayat için elverişli kurallardır bunlar.
Günah-sevap kavramlarının cehennem-cennet kavramlarıyla birlikte dolaşımda olması, yine toplumsal hayatın uzun tarihinde denenmiş, geçerliliği görülmüş ödül ve ceza birlikteliğinin yönetme eylemindeki kolaylaştırıcı etkisine dayanır.
Ne var ki, dolaysız olarak toplumsal ilişkileri ilgilendiren yasa hükmündeki kurallardan farklı olarak işleyen, bireysel hayatı denetim altına alan ve yönetilmesi kolay bireyler topluluğu yaratmayı sağlayan başka kurallar icat edilmiştir.
Pek çoğu, asıl amacı toplumu birleştirmenin ve yönetmenin kurallarını koymak olan kutsal kitaplarda yer almamış kurallardır bunlar. Ama dinin kurumlaşmasını sağlayan da asıl bunlardır diyebiliriz.
Pek çok ilginç örneğini, özellikle Ramazan ayı boyunca “orucu neler bozar” sorusu ekseninde karşımıza çıkan endişelerde kendisini gösteren bir bağımlılık-teslimiyet biçimini bunlar vesilesiyle görebiliyoruz.
İnternet üzerinden kolayca ulaşılabilen “fetva siteleri”, bu derin bireysel kaygıları yansıtan sorular ve cevaplarla doludur.
“Ben Almanya’da imbiss/büfe işletiyorum. İslam ülkesi olmayan bir ülkede içki satmanın hükmü nedir”, “vergi iadesi için parayla fiş alınır mı”, “dükkânımı bankaya kiraya verdim, buradan aldığım para helal midir,” gibi ekonomik hayata ilişkin sorulardan, cinsel hayata, eğitime, sağlığa kadar uzanan çok geniş bir yelpazede, insanlar attıkları her adımın dine uygun olup olmadığını derin bir kaygıyla soruşturmaktadır. Bunları yine de toplumsal hayat çizelgesinde değerlendirebiliriz; ama “işerken ayakta mı durmak iyidir, oturmak mı”, “nişan yüzüğü ziynet sayılır mı,” gibi pek çok soru yalnızca bireyin hayatıyla ilgilidir ve bunlar hakkında “yetkili birinin” görüşünün sorulması başka bir teslimiyet düzeyine işaret etmektedir.
Attığı her adımı, yediği içtiği her besini, diğer insanlarla girdiği her türden ilişkiyi, toprağa dokunuşunu, kafasına geçirdiği şapkanın biçimini, pantolonunun kumaşını danışmak zorunda hissetmek, özel hayatına ilişkin hiçbir şeyi kendisinin seçemeyeceğine inanmış olmak zincirleme bir iktidar yapısının son halkalarını göstermektedir. Burnunu silerken, hapşırırken, içki satılan bir sokaktan geçerken, soğan kabuğunu yakarken günah işleyebileceği korkusu, esnerken istavroz çıkarmazsa şeytanın ağzından girebileceği kaygısı, “boş inanç”, “hurafe” deyip geçilen her edim, derin ve güçlü içselleştirilmiş bağların işaretidir.
Egemen din ile en eski dinlerden arta kalan gelenekler arasındaki didişmenin de aslında bir egemenlik kavgasının parçası olduğunu buradan çıkarabiliriz. Türbelerde mum yakmak, ağaçlara çaput bağlamak gibi halk inançları, egemen din açısından “aykırı ve denetlenemez” bağlantılara işaret etmektedir. Dinsel bütünlük bir amaçtır ve “pürüzsüz yüzey” arayışıyla tanımlanabilir.
Ne var ki, bu türden inanç kalıntıları da sonuçta egemen dinin bir parçası halinde hayatlarına devam ederler. Örneğin türbelerde “bireyin kendi çıkarı için dua etmeyi” yanlış bulan din, sonuçta duanın kendi etkinliğinin bir parçası olmasına bakarak buna fazla itiraz etmez. Ayrıntılara fazla takılmadan, esasa biçimsel olarak da olsa uyuluyor olmasını yeterli bulur.
Çünkü genel ve temel amaç, bireyin her düzeyde ve her eyleminde kendisine danışır, kendisine sığınır durumda kalmasıdır. En basit, en gündelik, en olağan bireysel hareketlerinde bile “doğru mu yapıyorum,” diye sorması önemlidir. Ve bu sorunun cevabını kendisinin vermesi değil, “yetkili birinden” almaya mecbur hissetmesidir.
Bu, inanan bireye dinin istediği “tam teslimiyet” durumunun gerçekleşmesi olarak görünür.
Şöyle ifade ediliyor –cümle düşüklüklerini bağışlayınız-: “Din, hem erkekler hem kadınlar için bir imtihandır. Bu imtihan, insanların nefislerine ağır gelse de, hikmetini bilmeseler de, Müslüman olmak istiyorlarsa, Allah’ın hükmüne teslim olmak zorundadırlar. İslam, teslimiyeti, teslimiyet Allah’a güvenmeyi / ona tevekkül etmeyi gerektirir. Tevekkül ise dünya ve ahiret saadetini netice verir.
Teslimiyeti olmayan mümin tam mümin olamayacağı gibi, imanı olmayanın da zaten teslimiyeti söz konusu değildir. İman edene mümin, teslim olana Müslüman denir.
Teslim olmak, esir olmak, kul köle olmak demektir. Allah’a teslim olmak da Allah’ın kulu olmak ve Onun her emrini yapmaya hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah’a teslim olan insan demektir. Kur’an-ı kerimde de teslim olmak emredilir: (Biz sadece Allah’a teslim olduk deyin!) [Bakara 136]”
Bireye gündelik hayatında bile hiçbir özgür seçim alanı bırakmayan kurallar ve yasalar dizisi, teslimiyeti zincirleme olarak Allah’a kadar uzatırken, aradaki halkaları kuşkusuz saymamaktadır. Oysa orada, aile büyüklerinden başlayarak, mahalle papazınaimamına, din ulularına, peygamberlere kadar uzanan ve sonu devlette biten bir bağlantı elamanları dizisi vardır. Çünkü çoğu durumda, Allah ve devlet başı, kral ya da sultan, daha yerel ölçeklerde bey veya ağa, senyör ya da lord, şeyh veya mahalledeki hacı emmi özdeşleşmeye hazır beklemektedir. Hepsi, hiyerarşik olarak tanrının yeryüzündeki gölgesi, günah ve sevabın tartıcısı olarak sıralanmış, evinden çıkarken önce hangi ayağını atması gerektiğini soracak olan bireyi beklemektedir.
Kendi halinde bir insanın kapıdan nasıl çıkacağını, yataktan nasıl kalkacağını, nasıl çiş yapacağını inançlarına uygun olarak belirlemesiyle, bunu ille de bir büyük akla danışarak düzenlemesi kategorik olarak farklıdır. Çünkü “büyük akıl” ya da “bilen kişi” denilen şey, kaçınılmaz olarak bir yönetim zincirinin parçası olarak rol üstlenmiştir. Burada onun verdiği aklın, gösterdiği yolun önemi yoktur: Akıl veren, yol gösteren makam olarak kabul edilmiş olması önemlidir. Fetva sitelerinin pek çoğunda, “paralel yapının ihanetleri”, “terör örgütünün din düşmanlığı” gibi ya-zıların bulunması rastlantı değildir. Bir akıl verirken, diğeri ihmal edilmemelidir! Örneğin, “yılbaşı münasebetiyle hindi alıp satma, tebrikleşme, tebrik satma, yılbaşı programları için sipariş edilen davetiye, kart, poşet vb. imal etme caiz midir” sorusuna cevap veren site, aynı anda, “Müslüman Terörist Olamaz, Terörist de Gerçek bir Müslüman Olamaz” ya da,” Birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz bu günlerde … birlik ve beraberlik, terör, ırkçılık, milliyetçilik…” gibi konularda da akıl vermekte, yol göstermektedir!
Ah yoksulluk!
Hıristiyan, Yahudi ya Müslüman her “kanaat önderi”, hangi düzeyde olursa olsun, başlıca dayanaklarının yoksulluk ve yoksunluk olduğunu çok iyi bilir. Bu yalnızca maddi yoksulluk değildir; işin içinde korku ve endişe ile karakterize olan manevi yoksulluk da vardır. Bir dizi dünyevi ihtiyaçla belirlenmiş yoksunluklar listesi, kendi güç ve olanaklarıyla çözüm bulamayacağı sorunlar deryası, bireyi kendi dışında ve daha güçlü bir varlığın arayışına yöneltir. Kendisi gibi dünyalılardan umut kestiğinde, dünyalı olmayan güçlere yönelmesi kaçınılmazdır. Fal, büyü, din gibi kurumlar da bu arayış sırasında karşısına çıkar. Dinler açısından batıl ve sapkın eğilimler olarak damgalanan bu yönelimlerin kaynağında da yine maddi-manevi yoksunluk, yoksulluk bulunmaktadır.
Peki ama gerçekten yoksulluk nereden doğar denildiğinde dinin buna açık, uyarıcı bir cevabı var mıdır? Kendi doğuş sebebini ve toplumsal işlevini ifşa edebilecek bir cevabı ondan bekleyebilir miyiz?
Mızraklı İlmihal adını taşıyan ve halk için temel İslami bilgileri derli toplu sunan bir klasikte yer alan listeye bakarak düşünebiliriz.
Ona göre, yoksulluğun nedenleri şunlardır:
1 Ayakta bevl etmek (işemek),
2 Cünüp iken taam etmek (yemek),
3 Ekmek ufağın(ı) hor tutup basmak,
4 Soğan ve sarımsak kabuğun(u) ateşe yakmak,
5 Âlimlerin önünce yürümek,
6 Atasına ve anasına adıyla çağırmak,
7 Rast geldiği ağaç ve süpürge çöpüyle dişin(i) kurcalamak,
8 Elin(i) balçık yumak,
9 Eşik üzerine oturmak,
10 Bevl ettiği (işediği) yerde abdest almak,
11 Çanağı ve çömleği yumadan (yıkamadan) taam (yemek) koymak,
12 Esvabını (elbisesini) üstünde dikmek,
13 Yüzünü eteği ile silmek,
14 Aç iken soğan yemek,
15 Evinde örümcek komak,
16 Sabah namazın(ı) kılıp mescitten ivelik çıkmak,
17 Erken pazara varıp ve pazardan geç çıkmak,
18 Yoksul kimseden ekmek satın almak,
19 Çıplak yatmak,
21 Kapkaçağı örtüsüz komak,
22 Çerağı üfürmek,
23 Her şeyi “bismillah” demeden işlemek,
24 Şalvarını ayakta giymek.
Bunlar cümle yoksulluk getirir, müminler hazer etmek (sakınmak) lazımdır.”
Bu yoksulluk nedenlerini “gerçek toplumsal ilişkiler” düzleminde tartışmanın bir anlamı yok. Ancak, burada sayılanlar, yönetenlerin din aracılığıyla gündelik yaşamın her saniyesine, doğal olarak yapmak zorunda olduğumuz her insani harekete bir anlam yükleyerek denetlenme ve yönlendirme yetkisi kazanmaya giriştiklerini gösterirler ve bu bakımdan hepsi son derece önemlidir.
Çağdaş dinler!
Kimi okumuş “seçkin” insanlar arasında, bir süredir moda olan, “Tanrı’ya dine inanmam, ama büyük evrensel bir enerjinin varlığına inanıyorum” türünden “çağdaş” inançlar da buraya kadar söylenenlerin dışında değildir. Kendilerince dualar uydurmak, bela ve hastalık savdığına inanılan el-kol hareketleri yapmak, yogadan, Taoculuktan medet ummak, uzaylılarla ilişkiye geçmeye çalışmak, “zararsız” inançlar olarak benimsenebiliyor. “Çağdaş dinlerin”,
o eski, “köhne”, “geri” dinlerden daha çekici olmasının güncel ilişkiler ve etkiler içinde bir yer bulmasının nedenleri ayrı bir tartışmanın konusu olabilir. Ancak bu “masum” eğilimlerin de, en azından belli bir sosyal tabaka açısından din işlevi yüklendiğini tespit edebiliriz. Grup içi hiyerarşilerle birlikte, “akıl danışılacak”, “yol sorulacak” önderler doğurması bir süre sonra kaçınılmaz oluyor. Kuşkusuz bunlar, toplumsal etki gücü bakımından egemen dinlerle kıyaslanamaz ve sözde akıl ve yol önderlerini peygamberler haline getirmez. Birkaç kişiyi kendilerine hayran kılan şarlatanlar olarak kalırlar. Yine de bir davranış ya da inanış biçimini diğerlerinin de hayatını etkileyecek ölçüde yaygınlaştırmaya çalıştıkları ölçüde dinin kurum ve amaçlarını taklit ettiklerini, bireyin kendi gücüne, kendi eyleminin sonuçlarına olan güvenlerini kırarak yayıldıklarını görebiliriz. Her ne kadar egemen din aracılığıyla egemen politikaya bağlanma işlevi yüklenmeseler de, sonuçta özgürlük ve sorumluluk bağlamında ele alabileceğimiz derin yabancılaşma olgusunun bir ifadesi ve böylece egemen sisteme teslimiyetin aracı olma özellikleri görülmelidir.
1-Burada dini “devletin ideolojik aygıtı” olarak gören Althusser’den farklı olarak, yönetmenin dayanağı olan toplumsal bir olgudan söz ediyoruz. Bir başka deyişle, dini devletin dışında, devleti oluşturan süreç ve ilişkilerden farklı kaynakları olan fakat her ikisi de egemenlik sistemi tarafından birlikte kullanılan olgular olarak ele alıyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder