Pazar, Ekim 18, 2015

BARIŞ MİTİNGİNDE ÖLENLER VE..OY HESABI YAPANLAR...

Taner TİMUR...
Yine bombalar patladı; yine pırıl pırıl insanlarımız öldü; yine yastayız.
10 Ekim’de Ankara Garı önünde on beş bin kadar insan barış için toplanmıştı. Barış sloganları atıyor, barış müziği dinliyor, dans ediyor, halay çekiyorlardı.
Alçakça vuruldular.
Ve hemen arkasından da, benzer durumlarda defalarca dinlemiş olduğumuz türkü yine ağızlarda sakız olmaya başladı: “Kahrolsun terör! Terörün her türlüsüne karşıyız! Hangi siyasal görüşe ait olursa olsun, teröre karşı birleşelim!”
***
Beştepe’den de “Birlik” çağrıları gecikmemişti. Ne var ki, RTE, “birleşelim” mesajına ek olarak, “teröre en büyük desteği, terör eylemleri ve terör örgütleri karşısında çifte standartla hareket edenler vermektedir” diyor ve adeta hedef gösteriyordu: “Daha önce değişik yerlerde askerimize, polisimize, korucularımıza, kamu örevlilerimize ve masum vatandaşlarımıza karşı yapılan terör eylemleri ile bugün Ankara Tren Garı'nda sivil vatandaşlarımızı hedef alan terör saldırısı arasında hiçbir fark yoktur."
***
Kastedilen kuşkusuz PKK idi; bombayı koyan ya da hedef olan fark etmiyordu.
Peki ama Beştepe mesajında, PKK’yı akla getiren eylemlerin yanı sıra, neden 5 Haziran’da Diyarbakır mitinginde patlayan bombadan da söz edilmemişti? Ya da Suruç’ta 34 vatandaşımızın hayatını söndüren intihar komandosundan? Neden onlar unutulmuştu? Oysa Ankara katliamına en çok benzeyen terör eylemleri bunlar değil miydi? Ve bu son saldırıyla ilgili ilk bulgular da IŞİD’i işaret etmemiş miydi? Failleri saptanmış bulunan bu cinayetlerin tahkikatı derinleştirilseydi acaba Ankara faciası yaşanır mıydı?
İşte karanlığı yırtmak, ışığı görmek istiyorsak, bugünlerde zihnimizi kurcalaması gereken bazı sorular. Ben de konulardaki bazı düşüncelerimi paylaşmak istedim.
***
Öyle görünüyor ki son yıllarda siyasal hayatımızdaki çürüme büyük ölçüde yukarıda sözünü ettiğim “unutkanlık”ta ifadesini buluyor. Tıpkı Erdoğan’ın 15 Eylül’de Yenikapı’da, 4 Ekim’de de Strasbourg’da düzenlenen mitinglerde terörü lanetlerken yine IŞİD’i unutması gibi. İlginçtir ki, kanlı terör örgütünü hatırladığı anlarda bile, Erdoğan, “DAİŞ, Esed’den kopuk gibi gözükse de esasen Esed’den kopuk değil; DAİŞ’in en büyük destekçisi Şam rejimidir” diyordu. (Milliyet, 25 Eylül). Kısaca her taşın altında ESED vardı. Erdoğan ve arkadaşlarına göre, bizdeki muhalefet partileri bile Şam’lı diktatörün elinde oyuncak haline gelmişti.
***
Son yıllarda Türkiye dış politikasında “ilke”lerin yerini “saplantı”lar, “korku”lar ve “düşmanlık”lar aldı. Esad baş düşmanımız olmuş ve üstelik Tayyip Bey bunu "Biz Suriye konusunu bir dış mesele olarak, bir dış sorun olarak görmüyoruz! Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir!" diyerek dünyaya ilan etmişti.(Radikal, 6 Ağustos, 2011). Oysa bugün bu politikanın ülkeyi bölgede tam bir yalnızlığa sevk eden sonuçlarını açıkça görüyoruz.
Kuşkusuz 7 Haziran seçimleri de –dolaylı şekilde de olsa- bu sonuçta etkili oldu. Ve sonunda da yenilgi psikolojisi Erdoğan’da bir strateji değişikliğine yol açtı. Galiba bu seçimler AKP için Esad’dan da tehlikeli bir düşman ortaya çıkarmıştı ve mutlaka yeni bir seçimle HDP’yi “etkisiz hale getirmek”, kaybedilen vekillikleri geri almak gerekiyordu. Bu koşullarda oklar PKK, özellikle de onun oyuncağı olarak sunulan HDP’ye çevrildi. Ne de olsa saha da HDP vardı ve onunla uğraşmak uzaklardaki Kandil ile savaşmaktan çok daha kolaydı. Üstelik getirisi de daha fazlaydı.
***
Ne var ki bu arada da Erdoğan, IŞİD politikasından çok rahatsız olan ABD’nin baskılarına boyun eğmiş ve TC Hükümeti bu konuda Batılı ülkelerle birlikte hareket etme kararı almıştı. Bununla da kalmamış, İncirlik üssünü yeniden ABD uçaklarına açmıştı. 24 Temmuz’da Batı’nın en etkili gazeteleri bunu büyük manşetlerle dünyaya duyurdular. Washington Post, “Türk üssü ABD’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü savaşta belirleyici bir unsur olabilir” başlığı ile bütün beklentileri özetliyordu. Nitekim izleyen günlerde Türk uçakları bazı IŞİD hedeflerini bombaladılar.
Doğrusu herkes Ortadoğu’da artık önemli değişiklikler bekliyordu; fakat bu umutlar çok çabuk soldu: Türk uçakları yoğun bir şekilde Kandil’i bombalamaya başlamışlardı; oysa PKK ile ateş-kes durumu devam ediyordu ve böyle bir müdahale beklenmiyordu.
***
Aslında ABD Türkiye’nin PKK ile savaşmasına karşı çıkmıyordu; hatta bunu “anlayışla” karşılıyordu. Rahatsız olduğu nokta, bunun IŞİD’le savaşın yerini almasıydı. Öte yandan Kürtler karada IŞİD ile savaşan tek güç olarak Batı kamuoyunda belli bir itibar kazanmışlardı. Bu durumda Batı basını hızla ve şiddetle Türkiye aleyhine dönmeye başladı.
New York Times, bir başyazıda “bu tehlikeli gelişmenin bölgede daha da büyük bir karmaşa yaratacağını” söylüyor (27 Temmuz); Le Monde gazetesi (31 Temmuz) Erdoğan’ı bir “piroman”a (yangın çıkarma hastası) benzetiyor; Economist dergisi gelişmeleri “Erdoğan’ın tehlikeli hesabı” başlığı ile veriyor (31 Temmuz); The Guardian da (27 Temmuz) “Türk bombaları iflas etmiş bir Suriye politikasını sergiliyor” başlıklı bir yazı yayınlıyordu. Bütün bu (ve buna benzer) yazıların ortak noktası, Erdoğan’ın IŞİD’le savaş görünümü altında “kendi oyununu oynadığı” ve milliyetçiliği tahrik ederek HDP’ye kaptırdığı oyları kazanmaya çalıştığı yönündeydi.
***
Kandil bombardımanı aslında Türkiye sınırları içindeki rahatsızlıktan çok, PKK-PYD ittifakının Suriye sınırlarında kontrolü tamamen ele geçirme riskine karşı başlatılmıştı. PKK’nın da buna kanlı terör eylemleriyle yanıt vermesi ile ateş-kes durumu tamamen ortadan kalktı. Artık unutulmuş olan şehit cenazeleri her gün yeniden duyulmaya başlamış ve belleklerde 1990’ların karanlık günleri yeniden canlanmıştı. O yıllarda Başbakan Tansu Çiller Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e “tak diye emir veriyor, o da şak diye emri yerine getiriyordu”. Çiller, bu politikayı “Güvenlik birimleri terörle mücadele konusunda son on yılın rekorunu kırdı”; diyerek özetliyordu; “terörle mücadele ederken şehit olan bir güvenlik görevlisi karşılığında yedi terörist öldürülüyordu; bu rakam geçen hafta bir güvenlik görevlisine karşılık, yirmi iki teröriste çıktı. Son on yılın rekoru kırıldı.” (Hürriyet, 3 Ekim 1993).
İlginçtir ki 22 yıl sonra “çözüm süreci” aldatmacasına nokta koyacak şekilde, Erdoğan da, bir gazetecinin “Nasıl bir strateji var Sayın Cumhurbaşkanım?" sorusuna, Çiller’inkine benzer bir yanıt veriyordu. "Tabi bu Çözüm Süreci bunlar tarafından bir ihanetle değerlendirildi” diyordu Erdoğan, “Çözüm Süreci'ni bunlar adeta Güneydoğu'da, kısmen Doğu'da kendileri için silah stoklama süreci olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar. Burada bu süreç içinde güvenlik güçlerimiz, tabi 'herhangi bir çatışmaya, şuna buna girmeyelim' dediler ama daha sonra anladık ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar". Cumhurbaşkanı sözlerine son hava operasyonunda “2000’i aşkın PKK’lının öldürüldüğünü” de ekliyordu. (A Haber TV, 6 Eylül 2015). Eğer rakamlar doğruysa bu da yeni bir “rekor”du. Ve zaten samimi bir şekilde yürütülmeyen “çözüm süreci” de böylece “buz dolabına” konulmuş oldu. İzleyen günlerde AKP söyleminde PKK/PYD koalisyonu ve bunların kontrolünden kurtulamayan HDP, IŞİD’den de önce gelen “baş düşman” statüsü kazandı. Ve bu koşullarda IŞİD’in baş düşmanı, AKP’nin de baş düşmanı haline geliyordu. Kanlı örgütün manevra olanakları genişlemişti. Zaten başlangıçtan itibaren AKP’nin Omerta (susma kanunu) uyguladığı bir alan olmuştu.
***
Ankara’da patlayan bombaların tertipçileri bir gün ortaya çıkarılacak mı, elbette ki bilemeyiz. Görünüşe göre, tipik bir “IŞİD ürünü”izlenimi veren bu iğrenç saldırı da öncekiler gibi gizemini koruyacağa benziyor. Zaten yandaş medyadaki “Hedef Türkiye idi; birlik olalım!” çığlıkları da bu yönde zaaf ve korku işaretleri izlenimi veriyor. Eğer akla en yakın göründüğü gibi, bu menfur suikastın faili IŞİD ise, canilerin zihnindeki hedefin de“Resmi Türkiye” olmadığı söylenebilir. Türkiye’de kendilerini sudaki balık gibi hissettikleri anlaşılan İslamcı teröristler, ortak düşmanlarına saldırarak belki de bir taşla iki kuş vurmak ve iktidara yardımcı olmak istemişlerdir. Buna karşılık bir kısım muhalefetin, oynanan danışıklı döğüşü sergilemek yerine, ilgili bakanları “istifaya çağırması”, hatta bu konuda Mekke’deki kazaya önlem almayan sorumluları işten atan Suud kralını örnek göstermesi gerçekten gülünç oluyor. Aslında Ankara’da facia mahalline giden bakanlara en iyi cevabı, bombaların hedefi olanlar zaten vermiş bulunuyorlar. Bunun dışında, tüm akıl ve vicdan sahiplerine düşen şey de, ülkeyi bu noktaya getiren politikanın mimarının, yerlerine benzerlerini koymak üzere birkaç bakanı değiştirerek “demokrat” görünmesine ve puan toplamasına fırsat vermek olmamalıdır. Ankara trajedisinden sonra eğer istifası istenecek bir kişi varsa o da kuşkusuz bizzat Erdoğan’dır. Oysa kindar, kibirli ve vesveleli Başkan en küçük bir ödüne razı olacak bir psikoloji içinde bile görünmüyor. Ve bütün bu koşullar da 1 Kasım seçimlerinin önemini daha da artırıyor. Ankara canilerine ve onlara göz kırpanlara verilecek en anlamlı yanıt, 1 Kasım’da verilecek oylar olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder