Çarşamba, Ekim 15, 2014

Bizim hikayemiz...

Prof.Dr.Kemal SAYAR...
Havada ağır bir kan kokusu. Bir felaketin sinsice aramıza sokulduğunu, içtiğimiz suyu, soluduğumuz havayı kirlettiğini hissediyoruz. Bir cinayet, yüreğimizin çeperlerine vura vura, emniyet hisssimizi yerle bir ediyor. Dünya yine dünden farklılaşıyor, yarın sabah yine farklı bir Türkiye'ye uyanacağız. Bir mezarlıktan geçerken ürpereceğiz, aklımıza eli bıçaklı adamlar üşüşecek.
Hayatın, bugüne kadar bize ilişmediği sürece görmezden geldiğimiz mikro darbelerinden sığınacağımız bir yer kalmadı. Artık teselli bulacağımız bir televole, ona iltica edip de dünyayı oradan keskin bakışlarla süzeceğimiz bir ideoloji yok. Bizi ayıran renkler kadar, bizi birleştiren bir renk var, hayatlarımızı siyaha çalan, korkunun koyu ve dipsiz karanlığı. Farklı mahallelerde de otursak, çok ayrı yaşam biçimlerine de sahip olsak aynı korku mâbedinde dizlerimiz titriyor, korkunun krallığı bizi görünmez sicimlerle birbirimize bağlıyor. Hiçbirimiz güvende değiliz.
Halbuki dünyayı ve yurdumuzu güvenilir bir yer olarak bilmeye ihtiyacımız var. Ekonomik buhranla birlikte, bir kütle halinde, kendi yurdumuzda ezilmenin ne demek olduğunu hissetmeye başladık. Bunu bizden evvel hissedenler vardı belki ama onlar biraz da sürüden ayrılanlardı. Biz sürüyle birlikte hareket etmenin rahatlatıcı güvenliğinde uyuyakalmışken, ceberut bir fırtına bizi sesledi uykudan : Bugün dünden daha farklı, sen bugün dünden daha fakirsin, ey Türk uyan! Yeni ve görünmez bir el bizi işimizden , aşımızdan ediyor ve biz de bu belânın kaynağını nerede arayacağımızı bilemiyorduk. Kızgınlıkla bakışlarımızı çevirdiğimiz iktidar odakları en mahcup ve masum edalarını kuşanarak bize başka yerlerin adresini veriyorlardı. Sanki 'kulaktan kulağa' oynuyorduk ve oyunun sonu bir türlü gelmiyordu. Atalarımızın toprağında işte bir kez daha aç kalıyorduk ve kimse istifini bozmuyordu. İnsanlar küresel dünyada artık etkin bir âmil değil, anlamlandıramadıkları süreçlerin pasif kurbanlarıdırlar. Dünya yalnızca sınırlardan değil, anlamın kendisinden de arınmıştır. Bir pazar yeri olarak dünya, insanların anlam krizini tırmandırmakta ve bozulmuş dünya algısını pekiştirmektedir.
HEM SEV, HEM TERKET
Kütle halinde ülke piyangolarına koşuyor ve kuvvetle terk etmek istiyorduk, terk ederek arınmak, bir Püriten ahlâkla yeni dünyaya ayak basmak, kendi yurdumuzdan üzerimize sirayet etmiş ne kadar kötülük, ne kadar tembellik varsa ondan bir dokunuşla sıyrılmak ve yeni yurtlarımıza katıksız bir ahlâkla varmak. Yeni küresel dünyanın sloganları da zaten 'karnımın doyduğu yer neresiyse benim vatanım orası' diyordu. Derdimiz aslında Türklerden arınmış bir yurt bulmaktı, orası neresi ise nasıl olsa iyi olurdu, kötülük gövdelerimize çarpa çarpa çoğalmaz, nasıl olsa vardığımız sahilin iyi ve dürüst yurttaşlarınca emilir, yok edilirdi. . 'Bir iyi hayat mekânı olarak yurdu, kişi nerede doğmuşsa orada bulmak, gittikçe zorlaşıyor' diye yazar Peter Sloterdijk, 'O yüzden gelecek yüzyılda yurt, kişi nerede bulunursa bulunsun, yaşamayı bilme sanatı ve aynı mutluluk fikrinin peşinde koşan başkalarıyla kurulan akıllı ittifaklar yoluyla, sürekli olarak yeniden icat edilecek.' Gitmek burayı dönüştürme fikrinden vazgeçmektir, toprağa bağlılıktan ve aidiyet hissinden feragat etmektir. Gitmek isteyen biz, kuşkusuz iyi insanlarız ve artık bir ümitsizlik fideliğine dönmüş bu topraklarda ayakta kalmamız çok güçleşti, kendimize bir 'iyi hayat mekânı' bulmamız gerek, her sabah farklı bir ülkeye uyanmaktan sıkıldık, bunun için denkledik bavullarımızı ve hayat hikâyelerimizi. Bizi keşfedecek yeni bir yurdun peşindeyiz, kendimize yeni bir yurt icad etmek derdindeyiz. Kulaklarımızda Cemil Meriç'ten, dinmek bilmeyen, muttarid bir uğultu : ' Nereye gidersen git, bulacağın aydınlık zihninin aydınlığı kadar olacaktır'. Oysa biz kendi zihinlerimizin ördüğü zindandan kaçmaya çalışmıyor muyduk? Ya da hep kendimizi rahatlattığımız biçimiyle söylersek, muktedirlerin, kodamanların bizim zihinlerimizin etrafında ördüğü o korkunç hapishaneden?
TÜRKİYE BİZİZ
Türkiye biziz. Hepimiz bir huruc harekâtıyla bu ülkeden gidersek onun için kim hayaller kuracak? Kim gelecek nesiller için 'bulduğundan daha güzel bir ülke' bırakmaya heveslenecek? Muktedirlerin sürdükleri saltanattan hortumlanan bankalara kadar bütün yozlaşma ve çözülme emareleri, bu topraklarda hüküm süren yoz insan ilişkilerinin çoğaltılmasından ibaret. Kaçımız ilk taşı atacak kadar günahsızız? Her birimiz, kimbilir kaç kez yaşadığımız ülkedeki bozulmuş işleyişten nemalandık. Yurdumuzu güvenilir bir yer kılmak, onu yeniden karnımızın doyduğu bir yer haline getirmek için bütün belâ ve mihnetlerine karşın burada durmamız, sebat etmemiz ve nihayet, hayâl kurmaya devam etmemiz gerekmiyor mu? Walter Benjamin'den ilhamla söylersek, daha iyi bir Türkiye için vereceğimiz savaşımda her birimiz yara almaktan kaçamayacağız. Bu ülkeyi yara almaktan korkmayan insanlar kurdu ve kolladı, onu bir yurt olarak ayakta tutmak da yine yara almaktan korkmayan insanların uhdesindedir.
Seligman'ın fareleri gibi, labirentlerde yorulup da peynire ulaşamamak bizi yılgınlığa sürüklemesin. Bu toprağın ve bu toprağın insanının anlatacak, anlatılacak bir hikâyesi hep oldu. Sokaklarda hikâyesi olan insanların dolaştığı bir ülke burası. Bu toprakların, kökeni yüzyıllara uzanan eşsiz hikâyeler barındırdığını söylerken, tarihin kımıldayabileceğini, hikâyesi olan insanların her zaman bir şansı bulunduğunu, anlatacak ve birbirimizden dinleyecek hikâyelerimiz olduğu müddetçe yenilmiş sayılamayacağımızı dile getirmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta hunharca bir cinayete kurban giden Üzeyir Garih de ölürken bir hikâye bıraktı arkasında, mensup olduğu iktisadî zümrenin hikâyesiz ve heyecansız hayatına karşı bir panzehir geliştirmiş ve bu sırrı en yakınlarından bile saklayacak iradeyi gösterebilmiş, hikâyesine sımsıkı bağlanmış bir insanı hatırlayacağız onunla. Bazen ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Yüzlerde acı kol gezse de, tedrisat bilinçli bir ahmaklaştırma ameliyesine çevrilse de bir geçmişi, kültürel bir sürekliliği olan topraklarda yaşıyoruz. Kodamanların dünyamızı cehenneme çeviren aldırmazlığına ancak kendi hikâyemize sahip çıkarak karşı duracağız. Önce hepimizi azar azar ifsad eden, hikâyelerimizi aşındırarak bizi hikâyesiz insanların arasına boca eden o 'yalan rüzgârı'na karşı durmamız gerek. Anlatacak bir hikâyesi olan hiç kimse, bir başkası tarafından hor ve hakîr görülmeyi kendine yedirmemeli. Hepimiz birbirimizin hikâyesine kulak kesilmeli, kalblerimizi birbirine bitiştirecek hüneri gösterebilmeliyiz. Ancak o zaman yeni bir yurt icad etmeye ihtiyacımız olmadığını fark edeceğiz. Hikâyelerimiz birbirinin içine karıştığında, ihtiyacımız olan şeyin, kendi yurdumuzu yeniden icad etmek olduğunu anlayacağız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder