Pazar, Şubat 07, 2016

RUSYA NOTLARI: KRİZ, “MİLLİ REFLEKS” VE GERÇEKLER...

Taner TİMUR  yazdı...
Her krizin öğretici bir tarafı vardır. Rusya krizi de, bizlere, bu ülkeyi aslında ne kadar yüzeysel bilgiler ve boş klişeler çerçevesinde tanıdığımızı gösterdi.
Aslına bakılırsa bu ilgisizlik pek de yeni bir şey sayılmaz. Tarihi derinliklere dalmadan, son yirmi beş yılı hatırlayalım. 1990’larda bu dev komşu trajik bir dönüşüm geçirirken, bu topraklarda adı daha çok “bavul ticareti”, “Nataşa öyküleri” ve biraz da “inşaat ya Resulullah!” çığlığıyla “Moskova’nın yolu”nu tutan müteahhitlerle anılıyordu. Doğrusu burnumuzun dibinde yaşanan ve belki de 21. yüzyıla damgasını vuracak olan bu toplumsal deprem hakkında kafa yoranlarımız çok azdı. Fukuyama, “tarih bitti, liberalizm kazandı!” demiş, herkesi rahatlatmıştı. Sonra zaman geçti; Ruslar dar boğazdan çıktılar ve bu kez de Antalya’daki turistleriyle ve de Bodrum’da sefa süren “oligark”larıyla anılmaya başladılar. Üstelik bunlardan Roman Abramovich’in Chelsea kulübünü satın alması magazin dünyamıza özel bir renk de katmıştı. Kısaca işler yolundaydı; Rusya ile ticaretimiz gelişiyor; Antalya Rus gençlerinin düşlerini süslüyor; Erdoğan da Putin sık sık görüşüyor, pazarlık yapıyor ve ara sıra da şakalaşıyordu.
Derken yine zaman geçti; bu kez çok ani bir dönüşümle ortalık karıştı ve Rusya ile dostluk ilişkilerimiz bir anda düşmanlık ilişkilerine dönüştü. Bir Rus uçağı “angajman kurallarımız”a uymadığı için düşürülmüş ve pilotu da öldürülmüştü. Ve Erdoğan, Putin’in özür dileme talebini elinin tersiyle itiyor, “asıl kendileri özür dilemeli” diyordu. Gerginlik böylece tırmandı ve yandaş basın da her zamanki gibi durumdan vazife çıkarmakta gecikmedi. Artık her geçen gün gazete köşelerinde ve TV ekranlarında Rusya ve Putin’i aşağılayan “yorum”lar yer almaya başlamıştı.
***
Muhalefet cephesinde de durum pek farklı değildi. MHP bayram havası içinde bu mini-Plevne’yi kutluyor, “Vur Türkiye!” diyordu. Derken koroya, daha ihtiyatlı terimlerle, CHP de katıldı: “Angajman kuralları” esastı; dik durmak lazımdı. Birkaç gün önce bile, kriz yeniden alevlenince, “eğer angajman kurallarına uyulmuyorsa, diyordu Kılıçdaroğlu, bunun gereğinin yapılması da bizim beklentimizdir". Böylece bir “milli uzlaşma”, ya da bir yazarın koyduğu daha doğru adla “milli refleks” sağlanmış oldu. “Bu koskoca halk”, diyordu Özkök, tam da bu nedenle “devletinin arkasında duruyordu”. Ve bunu derken de, kuşkusuz, kamuoyunda çok yaygın bir eğilime tercüman oluyordu.
Oysa bu yazar “milli refleks” teşhisiyle, pek de farkında olmadan, geçmişte yaşanmış olan felaketlerin nedenini de açıklanmış oluyordu. Aslında Osmanlılar da sonunda “hasta adam” konumuna, akıl ve analizle hareket etmeleri gereken konularda “refleks”le hareket ettikleri için düşmüşlerdi. Ve aynı nedenle giderek tarihten silinmişlerdi. Tüm 19. yüzyıl boyunca, Batılı sömürgeciler önce “refleks”leri tahrik etmiş, sonra da, “alavere dalavere”, Anadolu halkı Ruslara karşı cephelere gönderilmişti..
***
Aslında Rusya’nın bugünkü durumunu anlamak için önce bu ülkenin 1990’larda geçirdiği dönüşümü ana hatlarıyla ortaya koymak gerekiyor. Burada ise paradoksal bir durumla karşılaşıyoruz. Öyle ki, toplum bilimlerinde, ilke olarak, hep kapitalist toplumlardan sosyalizme geçiş olanakları tartışma konusu olurken, 9 Kasım 1989’da Berlin duvarının yıkılması ile başlayan süreç içinde, dünya, SSCB bağlamında tam tersi bir gelişmeye tanık oluyordu. Kimsenin hiç beklemediği ve öngörmediği koşullar içinde Sovyetler Birliği hızla sosyalizmden kapitalizme geçiyordu!
Bu nasıl olmuştu?
Aslında bu dönüşüm, Mihail Gorbaçov yönetiminde başlatılan “demokratikleşme” (“Perestroika”- yeniden yapılanma) çabalarının kontrolden çıkarak büyük sermaye kuruluşlarına teslimiyet şeklini almasıyla gerçekleşti. İMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar Gorbaçov’a doğru yolu göstermişti: Özelleştirme. Bu da iki şekilde yapılabilirdi. Ya Harvard’lı profesör Jeffrey Sachs’ın başını çektiği grubun önerdiği gibi ani bir “şok tedavisi” ile, ya da önce dönüşümün hukuki ve kurumsal zemini hazırlanarak.. Davayı “Şikago Okulu” diye anılan liberal takım kazandı ve 1992’den itibaren “şok tedavisi” başladı. Her bakanlığa “dediğim dedik” bir Amerikalı “danışman” yerleştirilmişti ve herkes umutluydu. Kısa bir süre içinde de devlet işletmelerinin % 50’sinden fazlası (on binden fazla şirket) özelleştirildi. Ne var ki hayaller gerçekleşmiyor, yatırımların artacağı umulurken gözle görülür şekilde bir yağma dönemine kapılar açılıyordu. Ülkeye yabancı sermaye gireceği sanılırken mevcut sermaye yurt dışına kaçmaya başlamıştı.
***
Böylece birkaç yıl içinde ekonomi anarşi içine girdi ve milli gelir hızla azalmaya başladı. J. Stiglitz’in yazdığı gibi, “iyi bir şirket yönetimini sağlayacak kanunların olmaması şirketlerin yönetimini eline geçirenlerin hissedarları soymalarına ve şirket aktiflerine el koymalarına yol açmıştı” (Globalization and Its Discontents ; 2002). Bu soygunculara daha sonra “oligarklar” adı verildi. Ülkede gelirler düşer, yoksulluk artarken, çoğu otuz, kırk yaşlarında olan bu oligarklar bir anda dolar milyardeleri haline gelmişlerdi. 1991’de tankların üstüne çıkarak askeri darbeyi önlemiş olan Boris Eltsin, oligarkların “darbe”sini önleyememişti; zaten böyle bir niyeti de yoktu.
Bu “yeni zenginler” gerçekten de son derece açıkgöz adamlardı. Örneğin bunlardan Boris Berezovski, bir yazara “özelleştirme”leri şöyle anlatmıştı: “Önce kârlar özelleştirildi; sonra mülkler, daha sonra da borçlar”. Kendisi de bu furyada ilk aşamada Sovyet Hava Yolları’nın (Aeroflot) CEO’luğunu (!) ele geçirmiş, % 49’u emekçilerine devredilen şirket hisselerinin yağmasına daha sonra sıra gelmişti.1990 ile 1998 arasında Çin’de milli gelir yılda ortalama % 10 artarken, Rusya’da her yıl ortalama % 7,5 azaldı ve Eltsin yönetimi ağır bir kriz ile noktalandı. İşte bugün Putin’in Rusya’daki konumunu ve karizmasını anlamak için önce bu tabloya bakmak gerekiyor.
***
Eski bir KGB ajanı olan Vladimir Putin, 1991’de, doğduğu şehir olan Saint-Petersburg’da siyasete atılmış ve hızla yükselerek 2000 yılında da –komünist aday G. Ziouganov’un % 29,2 oyuna karşı % 52,9 oy alarak- cumhurbaşkanı seçilmişti.
2000-2008 yılları arası Rusya için gerçekten de hızlı kalkınma yılları oldular. Bu dönemde milli gelir iki buçuk, reel ücretler de üç katına çıkmış; işszilik ise yarıya inmişti. Bu arada oligarklara da savaş açılmış ve soyguncu takımın bazıları yurt dışına kaçarken, bazıları da kendilerini demir parmaklıkların arkasında bulmuştu. Oysa bu sayfa Putin’in başarısının sadece bir yüzüydü; tablonun öbür yüzünü de uluslararası politikada kazandığı başarı teşkil ediyordu. Öyle ki, Bush yönetiminin Ortadoğu’da izlediği işgalci politika Rusya’ya yeni bir alan açmış, eski “büyük güç” günlerini anımsatan girişimlere kapılar aralanmıştı. Aslında Rusya için sorun “süper güç” olma ve “ulusal gurur”u okşama sorunlarının ötesinde boyutlar taşıyordu. Ülkede ciddi bir İslamcılık ve ve Rusların daha çok “vahabilik” adını verdikleri bir terör sorunu da vardı. Nüfusu 146 milyon olan bu ülkede 20 milyon kadar Müslüman yaşıyordu.
***
Sovyetler Birliği çökünce periferik cumhuriyetlerden Rus şehirlerine bir akım olmuş, merkezi birimlerde önemli bir göçmen kitlesi oluşmuştu. Sadece Moskova’da bir milyondan fazla Müslüman yaşıyordu. Batı Avrupa’daki göçmen işçileri anımsatan bu kalabalıklar, yine Batı’dakine benzer kimlik sorunları yaşıyor, olumsuz tepkiler uyandırıyorlardı. Irkçı Jirinovski’nin “liberal-demokrat!” partisinin göreli başarısı da bu tepkilerin ürünüydü. Putin de 2000’i izleyen yıllarda Çeçen başkenti Grozny’yi harabeye çevirirken, aynı nedenlerle kamuoyu desteğini arkasında bulmuştu.
Ne var ki Putin terörün sadece devlet terörü ile yenilemeyeceğini biliyordu. Bu kavganın bir parçası da sisteme entegre olmuş, çağdaş bir İslam yaratmak olmalıydı. Bir yandan terör bastırılır ve Grozny, Rusya’nın en güvenli şehri haline gelirken, öte yandan da bu amaçla yeni camiler inşa ediliyordu. Bunların en büyüğü de 2015 Eylül’ünde R.T. Erdoğan ve Mahmud Abbas’ın da katıldığı büyük bir törenle açıldı. On bin kişinin ibadet edebileceği bu dev yapıt gerçekten de muhteşemdi. Rusya Federasyonu Müftüsü, Rusya’nın aynı zamanda bir İslam devleti olduğunu söyleyen Putin’i övüyor, Putin de Kuran’dan ayetler okuyordu. Hedef DAİŞ idi; Erdoğan ve Abbas’ı yanına almış olan Putin de bu vahşet örgütüne karşı çağdaş bir İslam tablosu çizdiğini sanıyordu. Herhalde o anda iki ay sonra bir uçaklarının Türkiye tarafından düşürüleceği aklının köşesinden bile geçmezdi. Ve belki de “bizi sırtımızdan hançerlediler” derken önce bu görkemli töreni hatırlamıştı. Sanki uçaklarını DAİŞ düşürmüştü.
***
Bugün Türkiye’nin Ortadoğu’daki zavallı yalnızlığını tartışırken kuşkusuz Batı emperyalizminin Rusya’ya karşı yüzyıllardır izlediği ikiyüzlü ve karalayıcı politikayı da gözden uzak tutmamak gerekir. Bu son gelişmeleri de bu perspektifde değerlendirebiliriz. Batı medyasında sömürgen oligarkların bile, yer yer “mağdur olmuş” yetkin iş adamları şeklinde sunulmaları başka nasıl yorumlanabilir? Kuşkusuz Putin de masum değildir ve tehlikeli bulduğu muhaliflerini gaddarca ezmekte sakınca görmediği de biliniyor. Ne var ki, bu, kendisini 2012 seçimlerinde de ilk turda % 63 oyla seçmiş olan halkının sorunudur.
Oysa seçim zaferiyle her şey bitmiyor. Ya sonrası? Ya son üç yılda yaşananlar? Ukrayna krizi, Kırım’ın ilhakı, AB ambargosu, çöken petrol fiyatları? Yoksa bütün bunlar Putin’in “bağımsızlık” (souverainiste) politikasının ve buna bağlı olarak da itibarının sonunu mu getiriyor? Son iki yıldır eksiyi işaret eden milli gelirin, İMF’ye göre 2016’da da % 1 düşeceği tahmin edildiği bu günlerde, Le Monde yazarı gibi (24 Ocak) “Rusya Sarayı Çöküyor?” diyebilir miyiz?
Yine de şu var: Bütün bu gelişmelere rağmen başta ABD, batılı ülkeler Ortadoğu’da Rusya’yı Türkiye’den daha güvenilir bir ortak olarak görüyorlar ve şu son aylarda da bunun sayısız işaretini saymak mümkün görünüyor. Aralık 2015’de Moskova’yı ziyaret eden Amerikalı General Michael Flynn, Türkiye’nin bir Rus uçağını düşürmesini, DAİŞ’in geçen Ekim sonunda Mısır’da düşürdüğü ve 224 kişinin ölümüne sebep olan Rus uçağı ile aynı kefeye koyarak eleştiriyor ve sonra da bakınız neler söylüyordu: “Bana göre Başkan Putin’in çatışmaya müdahale kararı ve bölgede yaptıkları, Rusya’nın iç işleri ile ilgili. Bugün 5 ila 10 bin Rus vatandaşı Suriye’de savaşıyor ve Rusya’nın da orada olmak istemesinin nedeni kısmen bu; bu insanların Dağıstan, Özbekistan, Çeçenistan ya da Moskova’ya dönmelerini önlemek! Sanıyorum ki bizler bunu anlamadık. Putin gerçekten var olan bir sorunu çözmeye çalışıyor ve çözümün bir kısmı da Suriye ve Irak’ta bulunuyor. Asıl sorun bizlerin –Büyük güçler, Rusya ve Batı- nasıl birlikte çalışacağımız?”. Pentagon’da 2012-2014 yılları arasında istihbarat bölümünü yönetmiş olan General Flynn, “diplomatik ilişkilerden değil, savaş alanından, enformasyon savaşından söz ediyorum” diyor. İsterseniz Amerikalı generalin sözlerine Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsünün şu sözlerini de ekleyebiliriz: “Suriye’de bir Rus uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi terörizme karşı savaşta uluslararası çabalar için bir kayıptır. Ümid ederiz ki ilerde de böyle bir dramla karşılaşmamak için bütün ilgili taraflar işbirliğini güçlendirirler”.
***
Ortadoğu’da bugün savaş içinde savaş yaşanıyor ve Türkiye’nin tüm müttefikleri DAİŞ’e öncelik verirken, Türkiye, “tüm terör örgütleriyle savaş” formülü altında, aslında Kürtlerle savaşıyor. HDP’nin aldığı oylarla üçüncü parti haline geldiği bir ülkede elbette ki PKK’nın Güneydoğu şehirlerinde yürüttüğü kriminel direnişin savunulacak bir yanı olamaz. Ne var ki bölgede DAİŞ’le savaşan güçlerin kendileri için hiçbir tehdit teşkil etmeyen Kürt hareketini bu vahşet örgütüyle aynı kefeye koymaları da mümkün görünmüyor. Üstelik Türkiye’de olduğu gibi dış dünyada da, Kürt savaşını seçim hesaplarıyla Erdoğan’ın başlattığına dair yaygın bir kanı bulunuyor. Sanırım, Rusya ile girişilen bu anlamsız ve eşitsiz bilek güreşi (!) bütün bu faktörler göz önünde bulundurularak analiz edilmelidir. Ve çıkarılacak sonuç da herhalde hiçbir şekilde Türkiye’nin lehine olmayacaktır.
***
Rusya, 19. yüzyılda Garpçıların, Slavcıların ve Ortodoks dincilerin birbiriyle kapıştığı “üç tarzı siyaset”iyle aslında bize en yakın ülke idi. “Şark Meselesi” bizi birbirimize düşman etti. Daha önceki bir yazımda bunun doğuş koşullarına kısaca değinmiştim. Günümüzde ise Rusya’da ne bir “Konstantinopl ve Üçüncü Roma” düşü, ne de Hıristiyan fundamantalizm tehlikesi bulunuyor ve ülkenin sekülerizm kavgası Müslüman yurttaşları ile sınırlı kalıyor. Ekim Devrimi’nin yüzüncü yıldönümünün yaklaştığı şu günlerde, Lenin’le nasıl hesaplaşılacağı sorunu, Putin’i herhalde Türklerden nasıl intikam alacağı sorunundan daha çok düşündürüyor olmalı. Daha geçenlerde Lenin’i eleştirmesine kızan komünistlere, yığınla üyenin parti kartını yırttığı çöküntü günlerinde kendisinin kartını muhafaza ettiğini söylüyordu Rusya devlet başkanı. Bizde ise Erdoğan ve adamları, her gün biraz daha sofulaşan bir ülkede, “yüz yıllık parantezi kapatmak” umuduyla akıntıya kürek çekiyorlar. Belki kendileriyle beraber milyonlarca aymaz, çıkarcı ya da hayalperesti de şelaleye doğru sürükleyerek.. Kurusuyla, yaşıyla..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder